Cumartesi, Mayıs 30, 2020

Erinmek mi Pratiklik mi bilemedim :)



Sivri zekalı birileri , market reyonunda temizlenip doğranmış ıspanak, pırasa, ayıklanmış fasulyelerin fotoğrafını çekip altına da "TEMBEL AVRAT REYONU" yazmış. Yalan yok, güldüm. O fotoğrafta kendimi gördüm desem! Ben oydum işte, dalgasını geçtikleri tembel avrat! Ben bana dayatılan "herşeye en mükkemel hali ile yetişmelisin" mottosunu sevmiyorum arkadaşım, sevmiyor ve kabul etmiyorum. O kadar kolaysa sen yap!

Neyse böyle atarlı girdim ama aslında gayet keyifliyim şu yazıyı yazarken; mevzu bugün şuradan çıktı; benim sütlaç yapmam (ki çooook nadir yaparım çünkü dibi tutmasın diye uzun süre ayakta dikilmek bana zul geliyor), o sütlacı yaparken kendimi videoya çekmem, pişen sütlacı karton bardaklara doldurup, yetinmeyip "işte eserim" diyerek bir video daha çekmemden. Eşim güldü; karton bardak ve eser ha! Aynen öyle hayatım, bence ben bir madalyayı hakedecek bir iş yaptım şu an! Hiç de altta kalamam:))

Herşeye yetişen kadınlara; işe gidip gelen, ütüsünü hiç biriktirmeyen, akşamları iki çeşit yemek yapan, çocukların dersi ile ilgilenen, evi derleyip toplayan, evlerini zevkle döşemiş, her bir  püsüre uygun tabak kaşık tencere  takımı edinmiş, itina ve emek isteyen yemekleri  döktüren, düzenli ojesini sürüp makyajını da aksatmayan, üstüne başına kılığına kıyafetine çok dikkat eden, kaşı bıyık her daim alınmış  kadınlara... en başta imreniyordum. Öyle olmaya çabalıyordum hatta. Sonra bir baktım ki; ne kadar çabalarsam çabalayayım olmuyor, yetmiyor, yetemiyorum... ben neden böyleyim ya? Sanırım benim hamurumda yok. Öğrencilik yıllarımda dahi pür-ü pak, üstü jilet gibi, saçı derli toplu bir kız olmadım ben. Güya kuaför kızıyım ama saçımı taramadan okula gittiğimi bilirim:) Tamam kabul, ben tembelim. Ama kendimi değiştirmek için yemin ederim çabaladım. Olmadı. Olamadı. Çabalarken bir farkettim ki, bana... özüme, biricik kendime, aynaya baktığımda gözlerini seyretmekten zevk aldığım , gülüşüş güzel kadına hiç zaman kalmamış. Kendimi de beğenirim, evet. Adamışım kendimi eşime, işime, çocuklarıma...Peki ya ben? O arada kaynadı gitti. Kaynadı kaynadı taştı en sonunda. O da benim miladım oldu. Bir karar vermem gerekiyordu; ya ben de o zihinlerdeki mükemmel kadın olacaktım -ben olmadan- ya da ben "ben" olmaya devam edecek, hayatımı ıskalamadan yetebildiğim yere kadar yapacaktım herşeyi.

Böylece pratik olmak konusunda epey yol aldım diyelim. Bakıyorum da şimdiki hatunlar özellikle sosyal medyadakiler, bir sunumlar yapıyorlar aman Allahım. Ben ise; yaptığım sütlacı kaseye doldurmak yerine karton bardağa dolduruyorum. Çünkü evdeki erkek egemen nüfus hapur hupur herşeyi anında tüketiyor, bir önceki içtiği bardaktan tekrar su içmiyor, bulaşık yalaşık... dolu bir tezgah... sinirlerim zıplayacağına buldum kolayını, onlarca kase yerine, tüketildikten sonra çöpü boylayan karton bardaklar. Evdeki canavarlar bundan anlıyor. Çünkü canavarlar, sütlaca odaklı, kasesine değil :))  Her iki taraf da memnun.

Mesela kıyma alındı değil mi, kıymayı hemen kavuruyorum ve birer yemeklik olacak şekilde poşetlere bölüştürüp derin dondurucuya atıyorum. Kışlık hazırlıklar da keza böyle. Bir kere yorul, tam yorul ondan sonra pratik ve hızlı şekilde yap yapacaklarını.

Bir türlü erimeyen ütü sepeti ile de aradığım kıyafetler lazım oldukça selamlaşıyoruz. Niye saatlerimi ütü masasında ziyan edeyim? Çok ütü isteyen alır kıyafetini ütülemeyi öğrenir.

Ortak kullanım ve kendi odam haricindeki odaları (ergenlerin odası) temizlemiyorum, süpürmüyorum artık. Çünkü onu yaptığımda içimden bir cadı fırlıyor ve temizlik boyunca evdekilere terör estiriyor. Bırakıyorum kendi pisliklerinden rahatsız olana kadar debelenip dursunlar. Böyle böyle öğrendiler gerçekten süpürge yapmayı, odayı havalandırmayı, tozunu almayı... Ellerinden geldiği kadar arkadaşlar, onlardan da mükemmel olmalarını beklemeyeceksiniz. Bulaşık makinesine bulaşık doldurmak gurur kırıcı bir hareket değildir, onu da öğrendiler :)

O herşeye yetişebilen mükemmel kadınları alkışlıyorum, imrenmiyorum artık. Ben yapamıyorum ve bu halimden memnunum. Kırk yılda bir eşref saatim tutuyor ve birkaç gün boyunca mükemmel oluyorum sonra yine eski halime dönüyorum. Onun da tadına varıyorum.

İster tembel deyin ister pratik... Yanında değilsiniz kimsenin, hepimiz başkalarının yanında eliz, el alem olduğumuzun bilincinde olalım da, kadınlarımızı zıvanadan çıkartmayalım :)

Bütün tembel/pratik  avratlara sevgilerimle :)



Çarşamba, Şubat 05, 2020

Sezenim Aksum

sezenim aksum… 10 yaşımdan itibaren hayatımın fon müziğini yapan kadınsın sen. hayatımın her döneminin şahidi, yoldaşı, mor kaplı defteri, depresyon hırkası, ağlama duvarı senin şarkıların.
ve bugün ben... kimseye anlatamadığımı şarkılarını defalarca dinleyerek ve söyleyerek... defalarca... göğe haykırıyorum, akan suya söylüyorum, kaldırım taşına, otobüs durağına, banyo küvetine... bulaşıklarıma, sade kahveme, tavanıma, ayak ucuma, boşluğa, çöl gülüme söylüyorum. içime içime söylüyorum. sezenim aksum… sen yanımda mıydın benim? değildin. sen nasıl taşıdın bunca yükü, nasıl dayandın sen. ben dayanamıyorum. dayanmaya gayret ediyorum sadece, şarkılarınla.
ve ilginçtir... hayatın içinde o "an"da dahi sen karşıma ansızın çıkıveriyorsun. bir balıkçıda mesela. bir deniz kenarında... iyi ki varsın sen... iyi ki. teşekkür ederim minik serçem.

Pazar, Kasım 24, 2019

Öğretmenim Seni Unutmadım... Unutmam ki

Öğretmenler günü bugün. Dünyanın başka ülkelerinde de farklı günlerde kutlanan öğretmenler günü vesilesi ile bazı öğretmenlerimi yad ettim ben de.

İlk öğretmenimi hatırlıyorum; Frau Schwarz... "bayan siyah" diye zihnimde çevirirdim hep adını. Kısa kumral saçlarını, giydiği çan şekilli eteği anımsıyorum. Çok da iletişimimiz olmadı aslında, sınıftaki tek Türk öğrenciydim. Kara kuru, zayıf çelimsiz birşeydim işte. Duygusal bir bağımız olmadı kendisi ile; hasılı ilk öğretmenimdi.

Bir diğer öğretmenim matemetak öğretmeni Frau Martin idi. Adını bile yazarken gülümsüyorum, tatlı kadındı. Kızıla boyalı uzun saçları, kırmızı ruju, uzun sallantılı küpeleri, farklı renk fularları, pantolon ceket giydiği bol takımları ve en önemlisi gülen gözleri  ile beliriverdi işte karşımda. Leman Sam'ın minyatür hali gibi düşünün. Bir öğretmen olarak ilk duygusal bağımı onunla kurdum ben. Neden bilmiyorum, matematiği sevmemiştim ve tüm öğrencilik hayatım boyunca bu böyle gitti. Zor anladığım bir dersti ve sınıfta benim gibi matematik ile başı dertte olan birkaç arkadaşa Frau Martin, ders harici etüt veriyordu. Kaç kişiydik, 4-5 kişiydik sanırım. Derste anlamadığımı, etütte anlardım. Çok eğlenceli, şakacı ve sevgi dolu idi. Bizi bir büfeye götürmüştü hatırlıyorum; sırası ile ne içeceğimizi sordular, herkes cola, cola,cola derken ben düzeni "fanta" diyerek bozmuştum da çok gülmüştük. Kocaman bir kahkaha atmıştı Frau Martin. Sonrasında bir taşınma durumumuz oldu ve ben okuldan ayrılacağım için bana bir hediye alma inceliğinde bulunmuştu bu güzel kadın. İlkokul üçüncü sınıf öğrencisiydim. Dün gibi aklımda; parlak mavi satenden bir elbisesi olan, porselen bir palyaço almıştı bana. Ben bu porselen palyaço ile uyumuştum uzun bir süre. Yıllar boyu da sakladım. Bir gün kırılıverdi, çok ağlamıştım. Eğer hala yaşıyorsan Frau Martin; bu kara kuru Türk kızı seni hiç unutmadı ve öğretmen olarak ilk seni sevdi. Sana kocaman sarılmak isterdim şu an. Yaşamıyorsan da toprağın bol olsun ve seninle ilgili bütün iyi dileklerimi dualarımı kabul etsin Tanrım.

Bir başka öğretmenim de Suzanne idi. Suzanne benim okul sonrası gittiğim yuvadaki öğretmenimdi. Dalgalı kumral saçları, çilleri, kalın dudakları vardı. Çok enerjik, sevimli, neşeli, bazen otoriter ve en önemlisi karşısındakini etkin dinleyen bir öğretmendi. İki çocuğu vardı, kızının adını hatırlıyorum; Julia. Eşinden ayrıydı onu da hatırlıyorum. Bir gün bütün sınıfı evine davet etmişti ve Julia'nın ne kadar çok oyuncağı olduğunu görünce ağzım açık kalmıştı. Sanki ev bildiğin yuva gibiydi. Evlerinin bahçesinde bir ağaç ev vardı, filmlerde gördüğümüz gibi bir oyun alanı... Çok imrenmiştim.

Sonrasında Türkiye macerası başladı benim için. İlkokul beşinci sınıftan başlattılar beni burada. Öğretmenim Zerrin Akbulut, Malatya'lı, esmer, kısa kıvırcık saçlı, kısa boylu bir kadındı. Daha Türkçe'yi doğru dürüst konuşamadığım bir zamandı. Beni derse katılmaya teşvik ederdi. Bir gün tam cesaretimi toplayıp konu anlatımı için parmağımı kaldırmıştım. Sanki bugünü bekliyormuş gibi ilk beni kaldırmıştı tahtaya. "Aferin" demişti bana. Çok mutlu olmuştum.

Ortaokul yılları başladı. Türkçe- Edebiyat derslerini hep çok sevdim. Öğretmenimiz Tahsin Bozkurt  idi. Gri takımlı, zayıf, avurtları çökmüş, saç telleri incecik bir esmer adam. Sıra arkadaşım Funda ile sürekli giydiği bu gri takım için "sandık kokuyor" derdik. Ah bu çocuk acımasızlığı... ama affet öğretmenim, çocuktuk işte. Tahsin öğretmenim bir derste bize bir öykü yazdırmaya başladı. Öyküyü şu cümle ile bitirdi  :"keşke şimdi bir bardak çay olsa... üzerinde dumanı tüten sıcacık bir bardak çay"..."Öykünün gerisini getirin" dedi. İşte o gün, ben yazmayı çok sevdiğimi anladım. Sanki sağında solunda bir sürü kapalı kapı olan upuzun bir koridorda başıboş yürüyordum da, birden durup bir kapıyı açmıştım. Yazma kapısının anahtarı Tahsin öğretmenimin elindeymiş, anahtarı verdi, kilidi açtım ve o kapıdan girdim. Benim için bir başlangıç noktasıdır o yazı. Bir husus daha var Tahsin öğretmenimle ilgili, yılbaşı çekilişinde bir sınıf arkadaşıma "Sefiller"i hediye etmişti. Neden öğretmenime ben çıkmadım diye, açık söylüyorum arkadaşımı kıskanmıştım. Sefiller'i de ilk o zaman duymuştum. Tahsin öğretmenim bunu hediye ettiyse bu çok güzel bir kitap olmalı diye düşünmüştüm. Haklıydı. Sefiller, okuduğum en güzel kitap oldu.

Lisede ise ergenliğin verdiği enerji, dalgacılık, şımarıklık, aymazlık hali ile öğretmenlerime bakışım hep değişken oldu. Edebiyat öğretmenim Hülya Öztürk'ün benim için çok özel bir yeri vardır, konuşma stili, ses tonu, mimikleri, sevgisi, anlatıcılığı ve dinleyiciliği çok güzel bir öğretmendi. Ders harici konuları da konuşurdu, hatta ilk edebi dedikoduyu da ondan öğrenmiştim; Nazım Hikmet'in annesi bir başka yazara aşıkmış... "Kim öğretmenim kim" diye ısrar ettik ama söylememişti. Ve ben bunun cevabını inanır mısınız, daha bir kaç gün önce öğrendim :)) Ama size söylemem, araştırın kendiniz bulun. Hülya öğretmenimin eşi, futbolcu Tanju'nun avukatıydı o zamanlar. Bu bile sükseydi. Giyimi kuşamı, renkli, cafcaflıydı. Evine de gitmiştik öğretmenimin, içeri ayakkabılarımızla girmiştik. Hepimize Türk kahvesi ikram etmişti. Bizi bir yetişkin gibi karşılamıştı. Seni çok seviyorum Hülya öğretmenim.

Fizik öğretmenimiz Nebile hanımın dersinde asla ve kata ses çıkaramazdık. Büyük bir ciddiyet ile dersini anlatırdı. Onun da saçları kısa, eteği çan modeldi Frau Schwarz gibi. Hülya Koçyiğit ile Kadir İnanır'ın "Evlidir Ne Yapsa Yeridir" filmindeki Hülya Koçyiğit gibiydi o. Sınıfta çok nadir gülümserdi, gülmenin ona ne kadar yakıştığını düşünürdüm. Bugün Nebile öğretmenim ile sanal da olsa hala görüşüyoruz ve bana yılbaşında kartpostal attı, o kadar değerli ki benim için. Seni de çok seviyorum Nebile öğretmenim.

Döpiyesine uygun renk ayakkabı giyen müzik öğretmenimiz Nejla hanım, bütün lise son sınıf kızlarının hayran olduğu beden eğitimi öğretmeni Şeref bey, "put up your pencil dilek" diye beni sürekli uyaran İngilizce öğretmenimiz Sevgi hanım, yazılı sınavlarda ayakkabılarını çıkarıp sıraya çıkan sanat tarihi öğretmenimiz Meral hanım.... Tarihçi Taki bey.... Ah.... Öğrenciliğimin güzel simaları... Öğretmenler gününüz kutlu olsun. Sevgilerimle.

Perşembe, Eylül 26, 2019

Çiçeklermiş Aynı Kalan

Resim yapmayı ne çok severdim çocukken. Bütün çocuklar sever zaten demeyin. Yok, bazıları sevmiyor. Artık ben de sevmiyorum, daha doğrusu aramıyorum . Kızım benden yardım istediğinde " kendin yap" diyorum. Hakikâten de bir şeye benzemiyor çizdiklerim. Büyüdüm ben, ondan olmalı.
Güzel resim yapan, çizgisi olan insanları hep takdir ettim. İmrendim, kıskandım biraz da. Benimse bir tek çiçeklerim bana ait oldu. Onlarca resim içinde tanıyabilirdiniz onları.
Nerden mi geldik çiçek mevzuuna ? Az önce kendimi bir çiçek karalarken buldum da.
İlk çiçeğimi kırmızıya boyardım. Bir papatya düşünün , onun gibi. Ortası sarı. Ne şirin gelirdi gözüme.Diğer çiçeklerimim şaşmaz rengi mavi ve lila. İki rengi çok yakıştırırdım birbirine. Çiçeklerimin dalları tek ton yeşil olmazdı. Sapı ayrı yeşil ( koyu), yaprakları ayrı yeşil ( açık ), sapın dibindeki çimler ayrı yeşil ( çok koyu) olurdu.
Bir ev çizerdim, iki katlı. Müstâkil denirmiş meğer, büyüyünce öğrendim. Çatısını dalga dalga çizince bunlar kiremit olurdu. Kırmızı veya turuncu. İki pencere bir kapı, çatı katında yuvarlak bir pencere. Pencereler perdeli, renkli renkli.
Evimin önü çiçek bahçesi çitle çevrili. Kapının önünde bir de vosvos araba, yeşil. Çok uğraşırsam bir de tosbağa, minik. Dilek böcekleri, mutlaka.
Gökyüzünde bulutlarım puf puf. Bulutların yanına yusyuvarlak bir güneş parıldayan. Güneşimin ışınları upuzun sarı. Sarıların arasında kısa ışınlar, kırmızı ve turuncu.
Kuşlar. Gökyüzünde süzülen kuşlar. Önceleri gagası, gözü, ayağı belli olan tombul kuşlar çizerdim. Sonra nerede gördüğümü hatırlamadığım , "üç" rakamının yayık ve yatay haliyle şekillenen kuş motifini resimlerime taşır oldum.
Evimin yakınlarında meyve ağaçları. Biri elma biri kiraz. İkisi ayrı mevsimlerde çıkarmış, farkında değilim.
Kızlarımın hepsi uzun ve siyah saçlı. Erkeklerimin saçları da kısa, pantolonları gibi.
Şimdi fark ediyorum ki resimlerimde su yok. Deniz yok, nehir yok. Görmemiştim ki onları, nereden olsun değil mi ?
Çiçeklerim diyordum, evet. Elimde bir tükenmez kalemle çiçek çizerken buldum kendimi. Tek renk, mavi . aynı olansa çiçeğimin şekli. Bir papatya düşünün, onun gibi.

Salı, Eylül 24, 2019

Çünkü Sevgilim, Zeki Müren'e Haksızlık Edemeyiz!




 Bu geceyi kendime "Zeki Müren'i Onurlandırma Gecesi" yapmaya karar vereli bir saat oldu. Çünkü sevgilim, Zeki Müren'e haksızlık edemeyiz...

Bugün çoğumuzun kulağına bir Zeki Müren şarkısı çalındı, resimleri sosyal medyada sabah beri olur olmaz yerde karşımıza çıktı. Bugün, hepimizin yakıştırdığı ismi ile "Sanat Güneşi"mizin 23. ölüm yıldönümü. Oysa ki Zeki Müren "Sanat Güneşi"nden ziyade kendisini "Aşkın Kavurduğu Güneş" olarak betimlemeyi sever. Nereden mi biliyorum? Gelin anlatayım, dinlemek isterseniz tabi. Çilek farkıyla :)

1984 yılındayız. Arabada gidiyoruz, yağmur yağıyor... Babam, annem, kardeşim ve ben. Teyipten yükselen ses.... o ne güzel ses, kadife gibi, ılık ılık söylüyor. Evet, doğru tahmin , Zeki Müren'in sesi bu.

Gitme, sana mutacım
Gözümde nursun, başımda tacım

diyor. Selami Şahin'in  kalbe akan o güzelim bestesini seslendiriyor.

Zeki Müren deyince zihnimde ilk uyanan şarkıdır bu. 1984 yılı yılbaşı özel programında Zeki bey ile Neşe Erberk'in bu şarkı eşliğinde ettiği dans da hemen bu görüntünün ardından belirir hayalimde.

Babamın kuaför dükkanında sıklıkla çalınan şarkılar Zeki Müren'e, Selami Şahin'e ait olurdu. Çoğu şarkısını ilk önce dükkanda, sonra Türk filmlerinde dinleyip sevdim ben.

Barış Manço'yu Adidas eşofman giymiş bir abi şeklinde hayal etmem gibi, Zeki Müren'i de tam aksine janti giyimli bir beyefendi olarak tahayyül ederdim. Barış abide yanıldım; karşıma kaftan giymiş, yüzüklü, uzun saçlı, bıyıklı biri çıkmıştı ama onu Adidas eşofmanlı abiden daha çok sevmiştim. O da başka bir yazının konusu olsun. Zeki Müren'de ise yanılmadım ama eksik hayal etmişim meğer. O kostümler, o renkler, o çiçekler, o broşlar, pırıltılar, payetler allah allah... bu nasıl bir adamdı böyle. Oje miydi o tırnaklarındaki?



İşte Zeki Müren'in hayatıma girmesi böyle oldu dostlarım. Türk sanat müziğini 10 yaşında sevmeye başladım sayesinde. Ne duygulanırdım Allahım. Benim on yaşımdaki gönlümden ne olacaksa ? Severim o gönlümü, bakmayın siz.

Yıllar içinde şarkılarını sevdiğim kadar, Zeki Müren yaşantısı, duruşu, elbiseleri, gazete haberleri de hep ama hep ilgimi çekerdi. Zordur benim ilgimi çekmek , o çekerdi işte. Vefat ettiği 1996 yılında ben TRT FM'de program yapımcısı olarak çalışıyordum. Günlerce Zeki Müren şarkılarını çalmıştık. Hepsine kâh duygulanarak, kâh neşeli ve kimi zaman da kişisel tarihime yolculuk yaparak eşlik etmiştim o yayınlar boyu. O cenazesindeki kalabalık dün gibi aklımda. Toplumun her kesiminden insan vardı ve onu kucaklıyordu. O nasıl bir vedaydı? Biz de ona veda ediyorduk işte.

Geçtiğimiz yılın sonuna doğru eski bir dosttan harika bir hediye aldım. Bir kitap, o la la! Yazarı tarafından benim için özel imzalanmış üstelik. Radi Dikici'nin kaleme aldığı "Aşkın Kavurduğu Güneş Zeki Müren" isimli bir kitap.

Kitap elime geçeli neredeyse bir yıl olmuştu. Kitaplığımdan gözüm kapalı ne seçsem oyunu oynarken, bu kitabı elimde buldum. Demek ki zamanı geldi Çilek hanım dedim. Hadi seni onurlandırayım. Ve başladık Zeki bey ile bir yolculuğa.

Senin benim tanıdığım Zeki Müren'den çok farklı bir Zeki Müren ile tanıştım. Anne ve babası ile mesafeli bir ilişkisi olan, kinci, olağanüstü çalışkan, disiplinli, hedefe odaklı, kıskanç, hep zirvede olmak isteyen, üreten, neşeli, vefasız, çapkın, kimi zaman da içini olduğu gibi açan ama çoğu kişiye kapalı kutu, gücü seven, güzeli seven, estetiği seven, ressam, bestekar, güftekar, desinatör, cimri, kendi çıkarı için insanları manipüle edebilen, kazık yiyen, kazık atan ve aşık bir Zeki Müren. Biraz karışık oldu ama tam da böyle.

Herkesten farklı tercihi ile hayatın içinde savrulması önleyen Hayri Terzioğlu'na yaptığı vefasızlık, yıllarını yanında geçiren ve bu hayatta en güvendiği kişi olan Berrin hanım (Bedriye Gençoğlu - Bedriye diye isim mi olur ayol diyerek adını Berrin yapmış paşamız) ile olan sonu kötü biten dostluğu... Müzeyyen Senar'ın dizinin dibinden ayrılmayışı (ki ona da atmış kazık), Cahide Sonku ile o dönemin en çok hasılat yapan filmlerinden biri olan Beklenen Şarkı'da düştüğü tufa (filmde boş bir kağıda attığı imzanın sonrasında karşısına borç senedi olarak çıkması ki sonrasında hiç bir evrağa imza atmamasına sebep olmuş)... Gazinoda kendisine gelen yüzlerce çiçeğin gecenin sonunda çöpe atılması (satan çiçekçi de bunları alıp ertesi gece tekrar satarmış iyi mi), gazino programlarının sonunda bütün bir gecenin bant kaydını titizlikle dinlemesi; sazlar şurada yanlış girmiş, burada bu olmuşa varan titizliği, seyircisine, dinleyicisine sonsuz saygısı... Ona "kocacım" onun da ona "karıcım" dediği Ajda'sı... cik cik kuşu Gönül Yazar'ı... Gazino patronlarına yaptığı nazları... sahnelere getirdiği düzeni. Saz heyetinin bir takım giymesinden tutun, dekor, T şeklinde sahnesine varana dek herşeyi. Kostümlerine verdiği o özel isimler ( Kadıköye Saygılar, Mavi Dünyam, Kalbimi Ellerinde Tut, Uğur Getiren Öpücükler gibi hoş isimler verirmiş)... Unutamadığı aşkı...Kimsenin ama kimsenin onun özel hayatı ile ilgili yorum yapmasına bile fırsat vermeyen duruşu ile ilgili o kadar bilgi edindim ki... Kitabı okuduğum ve bitirdikten bir süre sonrası bile günlerce Zeki Müren'i dinlemiştim.

Kitabı daha fazla anlatmayacağım size. Bunlar benim aklıma yazdıklarım. Herşeyi ile sevdim , sevdik biz onu. Ve sesinin dinleyici ile buluştuğu TRT stüdyolarında yine dinleyicisine ayakta veda edişi. O nasıl bir veda idi Zeki Bey? Rivayet o ki, bu son programa giderken hiçbir ilacını kullanmadan uzun bir yolculuğa çıkmış. Bile isteye... Dinleyicisinin karşısında ölmek için....

Yaklaşık iki saatir, kulaklığımda Zeki Müren'in sesi eşlik ediyor bu yağmurlu İstanbul gecesinde bana. Balkondayım ve sanırım dört beş sigara içtim bu süre boyunca. Bana eşlik ettiğin için çok teşekkür ederim Zeki bey... Paşam.

Bu vesile ile kitabı bana hediye eden Yaseminciğime, kitabını hoş bir not ile adıma imzalayan Radi  Dikici beyefendiye de teşekkür ediyorum....













Perşembe, Aralık 27, 2018

Mış gibi sevme beni... defol git lütfen

Hani şu ilişkilerin çok çabuk başlayıp çok çabuk tüketilmesi mevzû var ya; benim dostum sayısı bellidir, arkadaşım da çoktur, tanıdıklarım daha çoktur.
Dostum ömür boyu kalır, arkadaşım bazen olur bazen olmaz ama varlığı beni mutlu eder. Tanıdıklarım ise merhaba merhabadır; medeni insanlar gibi selamlaşırız, işimizi görürüz o kadar.
Bazıları sanıyor ki; onunla aynı iş ortamını paylaştığın, belki uzun seneler mesai arkadaşlığı yaptığın için sana istediği gibi hitap edebilir. Şahsen benim şöyle bir problemim var; yaşımı göstermediğim için, daha dün ki çocuklar bana ismimle hitap ediyorlar mesela. Oysa ki benden kaç yaş küçük kişilere de defalarca abi/abla dediklerine de şahit oluyorum. Oluyorum demeyeyim artık, oluyordum. Artık öyle bir mesafe koyuyorum ki bu zihniyettekilerle arama, bana ulaşmaları beni muhatap almalarını imkansız kılıyorum. Varsın bana suratsız desinler, kibirli desinler. Mesafe iyidir; ne haddini aşan olur ne de canını sıkan.
Saygı diye güzel bir kavram var. Karşındakini kırmamak, nazik davranmak, ezmemek, üste çıkmaya çabalamamak bunlar bir insanı hoş kılar. Hayır yaşının verdiği cehalet dersin, aradan yıllar geçiyor bakıyorum bunlar hala aynı. Zerre değişim yok. Demek ki bu işin yaşla başla bir ilgisi yok.
Kaldı ki saygıyı bir insan yaşı büyük diye hakketmiyor, küçüklerin de saygı duyulmaya hakkı var. Mevzû yaş da değil anlayacağınız.
Nereye bağlayacağım; günümüzde şöyle bir şey yaşandığını gözlemliyorum, sosyal medyada boy göstermek, güç göstermek, takipçi sayısı, tribünlere oynamak, kanka olmak, birisinin iyiki'si olmak, en bi cana yakın olmak, en çok gezen gören olmak, en en en... sonu yok. Bunu sağlamak için bir kırılmalar bir dökülmeler, bir yalan yanlış ilişkiler yaşamalar... Bunlar defalarca yazıldı çizildi uzatmaya gerek yok da; karşınızda bu kırıtmalarınızı yemeyenler de var benim gibi. Çok acınası bir durumdasınız söylemek istedim. Sizin bu sahte ilişki anlayışınızı hiçbir zaman sevmedim, kendi aranızdaki bu al gülüm ver gülümlerden hep tiksindim. O yüzden beni soğuk, değişik, götü kalkmış olarak değerlendirdiğinizi biliyorum kapalı kapılar arkasında. Aranızda  kimi zaman gönlüme ulaşan da oldu, sağ olun var olun. Ben de boş durmadım, sevgimden, bilgimden, birikiminden, enerjimden, pozitifliğimden pay sahibi ettim sizi. Bunu kimse inkar edemez. Sonra kimisi ile yollarımız ayrıldı, kötülükle değil iyilikle. Doğru olan ve olması gerekendi bu. Gayet memnunum. gün gelir gene yollar kesişir ve kaldığımız yerden devam edilir. Bu da olması gerekendir zaten.
Benim akıl vermemle sanki bu tiplerin huyu değişecek de, laf benimki de. Ben kendi işime bakarım. Az ve öz insan, az insan çok huzur. Az insan çok kitap, az insan çok doğa, az insan çok hayvan sevgisi... Hepsi bunların sahteliklerinden kat be kat daha güzel. Dilerim onlar da bunun farkına varırlar.
Bunun dışında herşey iyilik sağlık, bu mankafaları hayatınızdan def edin gitsin. Hayat çok güzel.


Beni yazmaktan soğutmayın!!!


Yazıyı önce kendim için yazarım. Kendi yazdığımı defalarca ve zevk ala ala okurum. Bir başkasının yazdıklarımı beğenmesi benim için ikinci planda kalır. Önce ben. Ben seveceğim. Sonra sen; sen istersen beğenirsin veya seversin. Senin için değil o yazı önce benim için! Bu kibir veya kendini beğenmişlik değildir. Kendimi mutlu etmenin yoldurur benim için.

Profesyonel değilim evet. Kitlelere hitap etmek gibi bir iddiam da yok. O tribünlere oynayanların işi anlaşıldı mı? O yüzdendir ki; yazmak konusunda sakın ha bana akıl vermeye kalkmayın. Ben de istiyorum kendimi geliştirmeyi ama "falancadan ders al ondan öğreneceğin çok şey var" dediğiniz tiplerin nasıl yazı yazdığını da ben biliyorum o yüzden susun bir zahmet.

Yazdıklarımı kırpıp kesip kendi yazılarıymış gibi yazanları da gördüm, görüyorum. Hatta bazen kırpmaya bile zahmet etmiyorlar, olduğu gibi alıyor intihalci hödük. Buna bile bu kadar kızmıyorum çünkü diyorum ki " okunur güzel bir şey kaleme almışım ki... "

Neyse. Eleştiri kabul etmemek değil bu dediklerim anlıyorsunuz değil mi? Bu da benim tarzım, örnek verdiklerinizi okuyun o zaman, beni değil.

Sevgiler!

Güle güle yakışıklı doktorcuğum


Yıllar yıllar önceydi... Teyzem, Taksim İlkyardımHastanesinde ebe hemşireyken beni ara sıra hastaneye götürürdü.  Çocukluğumda en sevdiğim şeylerden biri bu hastane ziyaretleriydi. 8-9 yaşlarındaydım. Kadın Doğum servisinde gazlı bez katlardım, hemşirelerin dinlenme odasında çay içer, bulmaca çözerdim. Biten serumların hortumundan bileklik yaparak vakit geçirir gün sonu da teyzemin kaldığı lojmana geçerdik ☺️ küçükken epey zayıf ve yaşıma göre oldukça kısa boyluydum. Miniklikten olsa gerek bana hemşire ablalarım , doktorlar maskot muamelesi yaparlardı.
Çocukluğumdan beri Türk filmlerini severek izleyen biriydim ve Tarık Akan’ı da çok severdim.  İşte Dr. Mehmet Ali Severgil, Tarık Akan’ın adeta kopyasıydı. Hatta bizzat Tarık Akan’dı benim için. Kimse aksini iddia edemezdi, inanmazdım zaten. 
Yine ziyarete gittiğim bir gün Dr. Mehmet Ali bey nöbetçiydi. Pardon, Tarık Akan nöbetçiydi 😊 benimle saklambaç oynamış, bulmaca çözmüş, sohbet etmiş; daha doğrusu kırık Türkçemle beni bol bol konuşturmaya çalıştırmıştı. Bankodaki dolabın içine saklanıyordum o da beni hemen buluyordu. O kadar güzel ve unutulmaz bir gün geçirmiştim ki aradan otuz küsur yıl geçti, ne zaman aklıma gelse veya konusu geçse Kıbrıslı Doktor Mehmet Ali beyi gülümseyerek ve o anın güzelliği ile anıyorum. Çocuk kalbime o sevecenliği ile dokunmuştu ve belki bunun farkında bile değildi.
Tarık Akan kadar yakışıklı doktorum Mehmet Ali Severgil geçtiğimiz Pazar gün bu dünyadan göçüp gitmiş, az önce öğrendim. Bu yazdıklarım bir bir gözümün önüne geldi. Çocuk beni çok mutlu etmiştin yakışıklı doktorum, dilerim ötede sen de çok mutlu olursun. Allah rahmet eylesin. #drmehmetalisevergil #mehmetalisevergil #tarıkakan #taksimilkyardımhastanesi

Perşembe, Aralık 13, 2018

Sosyolog bir dahi... şair aşkı... edebiyatçıların kaybedilen evlatları






Dün bir  sosyal paylaşım sitesinde  ODTÜ'nün efsane hocası olarak adlandırılan sosyolog Ulus Baker'in kısa bir biyografisine denk geldim. İşin doğrusu ilk defa adını duydum. Çok ilginç buldum çünkü 47 yaşında vefat eden Ulus Baker; 7 dil bilen, ders verdiği yabancı öğrencilerden sorularını kendi dillerinde sormasını isteyen, sabah akşam votka ile beslenen, kahvaltı olarak bira içen, düşen gözlük camını taktırmayıp o halde ders veren, kılık kıyafetine ve kişisel temizliğine de önem vermeyen aşmış bir dahi imiş. Böyle bir kafa normal değil, anormal, normalüstü bir nevi. Siyaset bilimi, felsefe, futbol, müzik vs gibi çok geniş bir yelpazede birikimi olan, öğrencileri tarafından çok sevilen bir kişilikmiş. Annesi şair, babası ruh bilimci, kendisi Rusya doğumlu. Hikayesi garip ve kalabalık; aslında yaşamdan kopuk ama hayata dair çokca fikir üretebilmiş bu insanın babası bir hasta yakını tarafından öldürülüyor. Annesi Kıbrıs'lı bir şair, adı da Pembe Marmara. Acaba Nilgün Marmara ile bir yakınlığı mı var derken... İşte benim internetteki sosyolog, şair aşkı ve edebiyatımızdaki baba-oğul ilişkilerine dair gezintim burada başladı.

Önce bu dahi insanın resimlerini arattım. Uzun uzun inceledim. Sonra annesi Pembe Marmara'yı arattım. Annesine benzettim. Nilgün Marmara ile bir ilişki bulamadım. Daha ilginç birşey buldum. Pembe Marmara ve şair Ümit Yaşar Oğuzcan'ın mektuplar vasıtasıyla yaşadıkları aşka rastladım. Uzun süre mektuplaşan,  biri Kıbrıs'ta biri Adana'da yaşayan ikili bir süre sonra nişanlanmaya karar veriyor ve mesafenin uzaklığından dolayı, Ümit Yaşar , Pembe'ye mektupla bir nişan yüzüğü gönderiyor, böylece ayrı ayrı şehirlerde birbirlerinden uzakta nişanlanıyorlar. Tam şairlere yaraşır bir davranış gerçekten de. Derken bir süre sonra Pembe Marmara'nın ağabeyi Ümit Yaşar Oğuzcan'ı buluyor, tanışıyorlar. Kıbrıs'a dönüşünde ise kızkardeşine onun uygun bir damat adayı olmadığını, kısa boylu ve kekeme olduğunu söylüyor. Sebebi bu mudur bilinmez ama bu sevda defteri kapanır. Daha sonrasında Pembe hanım ruh bilimci Sedat Baker ile evlenir ve yazılanlara göre bu evlilikte aradığı mutluluğu bulamaz ve içine kapanık bir yaşam sürer.

Tahmin edeceğiniz gibi bir sonraki durağım da Ümit Yaşar Oğuzcan oldu haliyle. Sevdiğim dizelerin sahibi Ümit Yaşar Oğuzcan'ın çirkinliğinden dem vurulur onu bilirdim. Hatta hep sevdiğim yazarlar, şairlerin tipine bu yüzden dikkat kesilirim veya çok güzel kadınlarla birlikte olan çirkin erkeklerin şairane, entelektüel bir yönü olduğuna inanırım nedense. 

Hasılı birden kendimi Ümit Yaşar'ın biyografisini okurken buldum. Bu güzel adam 24 kere intihara teşebbüs etmiş, her seferinde kurtarılmış fakat onun bu durumu aile içinde büyük bir huzursuzluğa sebep olmuş. Henüz 17 yaşında oğlan oğlu Vedat babasının bu durumundan ötürü nefret eder hale gelmiş. Anlaması aslında hiç de zor değil. Canım Vedat. Sonra ne oluyor biliyor musunuz; bu gencecik delikanlı kendisini Galata Kulesi'nden atarak intihar ediyor. Rivayet o ki; genç Vedat'ın avucunda bir kağıt parçası buluyorlar; üzerinde "Baba öyle intihar edilmez, böyle edilir" yazıyor. Nasıl bir dram! O tarihten itibaren Ümit Yaşar hayata küsüyor ve oğlu için "Galata Kulesi" şiirini yazıyor. O kadar dokunaklı sözleri var ki, okurken taş kesildim. Vedat'ın intiharı Galata Kulesi'nden edilen son intihar olmuş bu arada çünkü sonrasında kuleyi ziyarete kapatmışlar. İşte o şiirden bir kaç dize...

6 Haziran  1973
pırıl pırıl bir yaz günüydü
aydınlıktı, güzeldi dünya
bir adam düştü o gün Galata Kulesi'nden
kendini bir anda bıraktı boşluğa
ömrünün baharında
bütün umutları ile birlikte
paramparça oldu
bir adam düştü Galata Kulesi'nden
bu adam benim oğlumdu

Vedat'ın acı hikayesinden sonra, oğlunu hastalık, intihar sebebi ile kaybeden diğer edebiyatçıların hikayesine yelken açtım. 

Halit Ziya Uşaklıgil'in diplomat olan oğlu Vedat, girdiği bunalım sonucu intihar etmiş. Peyami Safa'nın oğlu Merve Safa; askerliğini yaparken rahatsızlanıp ölüyor. Namık Kemal'in torunu Cezmi; müzik öğretmenine aşık oluyor, karşılık alamayınca tabanca ile intihar ediyor. Reşat Nuri Güntekin'in oğlu Aksel öldüğünde Güntekin bir daha evlat acısı kaldıramayacağım diyerek evlat sahibi olmaya tövbe ediyor. Zor imtihanlar bunlar. Halit Fahri Ozansoy'un oğlu Gavsi de babası ile ettiği bir tartışmanın ardından evi terkediyor. Ozansoy oğluna "seni evlatlıktan reddediyorum" diyor ve işte vade, bir süre sonra genç Gavsi vefat ediyor. Bu babanın vicdan azabını düşünebiliyor musunuz? Mehmet Akif Ersoy'un çok düşkün olduğu ve bambaşka bir hayat yaşayıp bir kamyon kasasının arkasında soğuktan donarak ölmüş bulunan oğlu Mehmet Emin Ersoy... 

Böyle böyle günün sonunu getirdim işte. Hayat be...


Cuma, Ocak 05, 2018

Sen büyüktün sen... Sen! Münir Özkul!



"Sen büyüktün sen... Sen! Münir Özkul!"


Çocukluğumdan beri komedi filmlerini hep çok sevdim. Almanya'daki gurbetçi ailelerin Türkiye ile  bağını en canlı tutan şeylerin başında gelirdi video filmleri. O filmlerden biri de abartmıyorum belki yüz kereden fazla izlediğim GIRGIRİYE serileriydi. "Zurnacı Sarhoş Emin" rolündeki Münir Özkul'a bayılmış, aynı dönemler sıklıkla filmlerini izlediğim fransız aktör Luis De Funes'e benzetmiştim. Biz Türklerin Luis de Funes'i de oydu çocuk gözümde.

Sonrasında o dönemin starları Ediz Hun, Filiz Akın, Tarık Akan, Hülya Koçyiğit'li filmlerin muhteşem yan aktörü... Aşkım Adile Naşit'in filmlerdeki biricik eşi... Hatta çocukken ikisini evli sanırdım ben de diğer akranlarım gibi. Filmlerde bu kadar birbirine yakışan kişiler gerçek hayatta da evliydiler tabi, ne bekliyorduk ki...

Üstlendiği rolü büyüten, öyle ki onu üzerine adeta bir kazak gibi giyinen dev bir aktördü o. "Kel Mahmut" ne "Yaşar Usta"ya benzer, Yaşar Usta  da "Yuvasız Kuşlar" filmindeki "Kuşbaz" değildir mesela. Veya Neşeli Günler'in "Turşucu Kazım"ını bir başka filminde göremezsin. Aile Şerefi'ndeki baba "Rıza"... onu da göremezsin. Şimdi hepsi birer hayal... 

Tıpkı o meşhur tiradında bahsettiği gibi;

AKTÖR DEDİĞİN NEDİR Kİ!

Görooorum, hepiniz gardoroba koşmaya hazırlanıorsunuz. 
Birazdan teatro bomboş kalacak. Ama teatro işte o zaman yaşamaya başlar. 
Çünkü Satenik’in bir şarkısı şu perdelere takılı kalmıştır. Benim bir tiradım şu pervaza sinmiştir. 
Hıranuşla Virginia’nın bir dialogu eski kostümlerden birinin yırtığına sığınmıştır. 
İşte bu hatıralar o sessizlikte saklandıkları yerden çıkar, bir fısıltı halinde sahneye dökülürler.
Artık kendimiz yoğuz. 
Seyircilerimiz de kalmadı. 
Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar. 
Gün ağarır, temizleyiciler gelir, replikler yerlerine kaçışır…
Perde !”
Hoşcakal sevgili Münir Özkul, hoşcakal usta aktör... Biz seni çok sevdik.

Cuma, Kasım 10, 2017

ANNEANNEMİN KALBİ


Anneannemin Kalbi....



Anneannemin kalbi kocamandı. O kadar ki... nasıl desem masallarda olur hani; hiç bitmeyen bir çorba, hiç boşalmayan bir hazine veya sürekli dolduğu halde taşmayan bir kova gibi... hiç anne sevgisi tatmamış, altı aylık bebeyken anasından ayrılmış bir kırık yürek. Küçücük bir Döndü kız. Nasıl bu kadar sevgi sığdırabildi kalbine nasıl bu kadar sevgi verdi? Sahi nasıl oldu bu?


En iyisi biraz ondan bahsetmek. Sizi anneannemle tanıştırayım o halde.


Anneannemin analığı da, teyzesi imiş. Teyze de olsa, annen değil. Bir öz ablası var, diğer kardeşleri üvey. Ama bahsederken “ablacağuzum, kardeşcağuzum” derdi. Haber izlerken ağlayan, dertlinin derdiyle dertlenen, uzaklara dalan, iç çeken (niye çekerdin ki içini anneanne? Anneni mi özlerdin? Hep öyle düşünürdüm)... Hayatındaki en önemli değer yavruları olan. Çocukları değil... yavruları. Yani; sadece kendi doğurduğu değil... yeğenleri, komşuları, dıdısının dıdısı dahi olan yavruları.


En çok gülleri severdi. Kırmızıları, koyu kırmızıları. Bi keresinde büyük dayıma “Muammer, ben ölürsem mezarıma kırmızı gül dikin emi oğlum” demiş de, dayım “ana sen öl hele bi bakarız” demiş. Bunu kahkaha atarak anlatırdı. Şehirler arası otobüsle, saksıda çiçek taşır, saksı olmazsa bahçedeki güllerden bikaçını budar, gazete kağıdına sarıp öyle getirirdi. Bahçesi, anneannemin eseriydi. Onunla gurur duyardı, uzun süre ayrı kalacaksa, aklı da bahçesinde kalırdı.


Bir fotoğrafı vardır, bahçeye masa konulmuş, gül ağacının dibine oturulmuş, önünde bir bardak çay. Eseri ile gurur duyan ve sevgiyle objektife bakan bir Döndü Hanım. Hikaye şu; gül ağacının dibinde bir bardak çay ile bir fotom olsun! Yalnız bardakta çay yok, kola var! Prodüksiyon yapılmış. Bunu da gülerek anlatırdı.


“Yap, et, getir, götür”... emir kipi Döndü Hanımın konuşma kılavuzunda niyeyse yoktu (çoğumuzda var oysa ki). “Yavrum şunu yapar mısın, yavrum buna bir el atar mısın?” böyleydi.


“Üniformam” adını taktığı bir yamalı şalvarı vardı. Sadece bahçe işlerinde veya kapı önünü süpüreceği zaman giydiği. Düzen, tertip... önemli şeylerdi bunlar, bahçede çer çöp olamaz.


Fotoğraflar. Bunlar da önemliydi. Bütün çocukların, torunların, torbaların, ahirete göçmüşlerin... hepsinin hepsinin fotosu ya duvarda asılıydı, ya vitrine konmuştu veya albümlerde saklıydı. Okuma yazması yoktu ama davetiye biriktirirdi, eski para kolleksiyonu vardı.


Sandık. Sandık da önemli. “Sandık, kızın namusu” imiş. Canım anneannem ya, eski gelenekleri ne de güzel sürdürürdü. Evlendiğimde bana da sandık alınmıştı ama ben koca sandığı bir o o da bir bu oda gezdirmekten bıkıp, 7 yılın sonunda kendisinden kurtulmuştum. Bi nevi namussuzluğu seçmiştim anlayacağınız. Annemle cık cıkladılar. Konuyu dağıtmayayım, onun sandığını karıştırmayı da pek severdim. Bir gün dedi ki “Dilek gel sana hazinemi göstereceğim”. Sandığın başına gittik. İçimden diyorum ki “herhalde anneannemin çil çil altınları, tapuları falan var”. Gele gele önümüze bir bohça çıktı. Açtı. İçinden beyaz pamuklu bir kumaş, havlu, hamam tası, sabun çıktı. “bu nedir?” diye sordum. “Kefenliğim” dedi. Anneannemin birgün öleceği düşüncesi hep içimi acıtmıştır, içim acımıştı. Acı bir tebessümle dinledim onu. “Yavrum, buradan giderken bi tek bunlar lazım olacak” demişti. Dersimi almıştım. Sonradan öğrendim ki, kefenliğini bir başkasına vermiş. Koca yüreklim benim.


Hamamı çok severdi. Ankara'da kaldıkları ev yıkanmak için uygun değildi o yüzden düzenli hamama giderdi. Erbaa'daki evin banyosuna da hamam kurnası yaptırmıştı. İçinde bir de odun atarak yaktığın bir kazan vardı. Hamamı ayağına getirmişti. Buharların arasında beyaz sabun kokusu ve saçlarımı tarayan anneannem. Kendi saçları çok seyrekti. Onları da ben tarardım, sonra da örerdim.


Yelek severdi bir de. Küçükken bana o baktığı için şöyle anlatmıştı; kapının önünü süpürdükten sonra, yeleğini de sirkeler öyle eve girermiş, ben de aynısını yaparmışım. Anneannesi kılıklı ben. Almanya'dayken sık sık el örgüsü yelekler ve kazaklar gönderirdi bana. Yün ve pazen. Aklıma anneannemi düşüren iki şeydir.


Canı yanar, hasta olur, sağı solu ağrır... söylemez. Eski insanlara has o “herşeyi içinde yaşama” huyu onda da vardı. Artık son senelerinde hareketleri de yavaşlayınca, beli ve sırtı çok ağrırdı mesela; “a ha şuncağuzum ağrıyo eğri” derdi. İstanbul'a geldiğinde masaj yatağı tanıtımı yapan ve hergün 20 dakika masaj alabildiğimiz bir yere götürmüştüm onu. “Dileeeek, kemiklerim bile ısındı eğri” demişti. Çok sevmişti. Canım benim. Şu satırları yazarken hepsi bir bir gözümün önüne geliyor. Sevgiyle, özlemle anıyor ve mutlu oluyorum onu düşündükçe.


Bebeklik sesimin kayıtlı olduğu kasedi her dinlediğinde ağlayan, anne babasından ayrı büyüyen gurbet kuşu Dilek'i aklına getirip yeis bağlayan bir kadından bahsediyorum.


Küçükken beni besleyen, uyutan, yıkayan, nazımı çeken, sarıp sarmalayan anneannemi de öldüğünde ben yıkadım. Son kez öptüm onu. Sonra da, o çok ama çok özlediği anneciğinin üzerine defnettik onu. Kavuştular.


Hayatımda bana saf ve sonsuz sevgiyi ne annem ne de babam verdi. İkisinden daha çok beni en fazla o sevdi. Sarılması, sinesinin kokusu, saçımı okşayışı, gönlümü okşayan sözleri... Ne harika bir insandı. Ne mutlu bana, benim biricik anneannemdi. Benimdi.


Seni son nefesime kadar çok seveceğim annanne... Mekanın cennet olsun.

Cuma, Temmuz 21, 2017

Ne garip değil mi?

Düşünsene; sen çocuksun, parkta oyun oynuyorsun, kum havuzunda. Karşındaki saçları iki yandan örgülü kız yüzüne kum atıyor veya tam tersi. Aslında parktan parka gördüğün bu kızla iyi de anlaşıyorsun, o kadar. Bir çocukluk yaşanmışlığı olarak kalıyor bu. Sonra aradan yıllar geçiyor, üniversiteden mezun olmuşsun, iş hayatına atıldın belki, belki bir ev hanımısın... minibüse bindin ve hop... yanına o saçları örgülü kız bindi. Bilmiyorsun. Bilemeyeceksin de. Asla.


Kimlik fotosu çektirdiğin fotoğrafçının yeğeni ile aynı yerde tatil yapıyorsun belki de. Önemli mi, yoo değil ama işte, bilmiyorsun bunu.

Şu an bir film izliyorsun eskilerden diyelim veya absürd olsun biraz... bir şarkı dinliyorsun, atıyorum Alpay'dan "gözleri eski bir deniz mavisiydi"... Şu an şu dakika dünyada seninle aynı anda bu şarkıyı dinleyen veya o filmi izleyen birileri vardır. Neden olmasın. Bilmiyorsun, bilmeyeceksin de. Asla.

Metrobüsde gidiyorsun ve türlü hayallere daldın, belki de şu iki koltuk önde oturan sarı saçlı kızla aynı hayali kuruyorsundur. Nereden bileceksin? Bilemeyeceksin.

Sana tıpa tıp benzeyen bir insan evladı belki şu an dünyanın bir yerinde elinde çantayla yürüyordur ha, ne dersin?

Yine gelelim o park mevzuuna. Orada senden bi kaç yaş büyük çocuklar vardı. İçlerinden biri doktor oldu belki ve sen ona ameliyat oluyormuşsun. Nereden bileceksin.

Belki de balkonu tıpa tıp senin balkonuna benzeyen birileri de vardır.

Resim yaparken aynı resmi aynı renklerle yapan birileri?

Başka bir ülkede aynı anda seninle denize şişe atan birileri?

Aynı anda çocuğuna "atlet giy" diyen kaç anne vardır acaba Türkiye'de?

Küçükken düşünürdüm; ben şu an yatağa girdim uyuyacağım... ama şu an suç işleyen birileri, cinayet işleyen, işkenceye uğrayan birileri, kaçırılan... var. Ya da şu an uyumak için gökyüzüne bakan birileri? Hayatı hep kendi dar çevremizden ibaret sanıyoruz ya.

Yanından geçip giden omuzları çökmüş kambur yürüyen adam... o lisede çok hoşlandığın çocuk olabilir mi mesela? Sessizce de geçti öyle yanından.

Aklımda deli sorular :)


Perşembe, Temmuz 20, 2017

Harun Kolçak'ın ardından

 

Hayatta ki en önemli gerçek bir gün ölecek olmamızken... Ben en yakınlarımın ölümüne şahitlik etmişken... ve nice sevdiğim insan bir bir öte aleme göçmüşken... her aldığım ölüm haberinin beni şaşırtması... bir anlık bir akıl tutulması hali. Ardından gelen bir acıma hissi ve üzüntü.

Bu sabah öğrendim Harun Kolçak'ı kaybetmişiz. Şu bahsettiğim dumur hali... Birebir tanışmadım ama artık günümüzde biliyorsunuz sosyal medya diye bir gerçek var. Ben ilk gençlik zamanlarımdan beri Harun Kolçak'ı severek dinleyen birisiyim. Son 2-3 yıldır da sosyal medyadan takip ediyordum kendisini. Hastalık süreci, hayata bakışı, pozitifliği, naifliği, hastalığı ile savaşı, hayvan sevgisi, vejeteryanlığı... Hepsine uzaktan şahit oldum. Uzun bir zaman sanki yakın bir arkadaşımın hayatına tanıklık ediyormuş gibiydi. Yakınımdaydı işte... ve artık yok.

Erkek vokal sesi olarak beni etkileyen 2 kişi var Türkiye'de. Birisi Coşkun Demir diğeri Harun Kolçak. Nice vokal geldi geçti ama Kolçak'ın sesine benzeyen bir ses duymadım ben. O ne güzel bir sesdi Allahım. Aynı şarkıyı başkası söyleyince bu tadı almıyorsun ille de onun sesiyle güzel o şarkı.

Nostaljik Türk sinemasına düşkünlüğümden, Eşref Kolçak'ın oğlu olmasından zaten ayrı ilgimi çekerdi ve ilk albümü Beni Affet'i (1991) o dönem edinmiştim. Bütün şarkılarını ezbere bilirdim. Sonrasında gerisi geldi ve hayatımın her döneminde sevdiğim Harun Kolçak şarkıları hep oldu. Hareketli şarkılarından ziyade ben Harun Kolçak'ın sesini yavaş şarkılarda daha bir severdim. Şarkıları o söylüyor diye severdim. Eminim.



Kendime şarkılarından bir demet yapacak olsam;

Sözümü Geri Aldım

Sokul Bana

Zorundayım

Bile Bile

İstersen

Yanımda Kal

Korkuyorum

Elimde Değil

Kal Benimle

Haketmedim Ayrılığı

Harun Kolçak benim gözümde nev-i şahsına münhasır bir kişilikti. Sesi de herkesinkinden ayrıydı, benzersizdi. Ben büyürken bana şarkıları ile eşlik etti, beni mutlu etti. Bende bu güzel duyguları uyandıran bu güzel adamı Allah'a emanet ediyorum, rabbim merhameti ile  muamele etsin. Güzel bir yürektin sen Harun Kolçak. Yolun açık olsun ötede.


Cuma, Mayıs 05, 2017

Gülümse... Bugün Hıdırellez






Gül ağacı değileeeeem, her gelene eğileeeem
Çek elini elimdeeen, ben sevgilen değileeem


Eveeet doğru tahmin; ben yine şarkı söylüyorum :) Bu gece hıdırellez ve hıdırellez benim zihnimde gül ağacı ile canlanıyor. Gül ağacı derken aklıma tabi ki bu şarkı geldi, merak edenlere söyleyeyim; Nesrin Sipahi'den dinliyorum şu an.

Çocukluğumda hıdırellez akşamları mahallede ateş yakılır, mahallenin gençleri ve çocukları üzerinden atlardı. Ben hiç atlamadım, balkondan izlerdim bu şöleni. Cesaret edemezdim.

Hıdırellezde bizim aksiyonumuz annemin teşviki ile küçük bir kağıda dileklerimizi yazıp, o kağıtları katlayıp, su dolu bir kaseye atmak ve kaseyi de gülün dibine bırakmaktı. Ben ne dilerdim inanın hiç hatırlamıyorum ama her hıdırellezde rahmetli kardeşimin dileğini gülümseyerek anıyorum.

Bu öyle bir dilek ki... 2.sınıfa giden küçük bir kara gözlü çocuğun masum... bir o kadar sevgi dolu dileği. Annem dileklerinizi yazın dedikten sonra, gece kalkıp kardeşimin kağıda ne yazdığını okumuştum: Allahım, Alev beni bir kere öpsün.

Tatlım benim. Ümit 2.sınıf olduğuna göre ben de orta 1 öğrencisiydim. Ne hain bir ablaymışım ki, kardeşimin mahremine girip kağıdı okumuş sonra da anneme yetiştirmiştim. Annem de çok gülmüştü. Ümit utanmıştı. Ah hain ben. Şimdi olsa yapar mıydım? Ama çocuktum. Çocuk hainliği de bir başka oluyor bilirsiniz.

Aradan neredeyse 35 yıl geçti. O su içinden çıkan, minicik katlanmış kağıttaki cümlecik hala gözümün önünde. Nur içinde yat canım benim. Seni sevgi ve özlemle andım bugün de.





Bu hıdırellezde ben de yıllar sonra kağıda dileklerimi yazacağım. Gülüm yok. Balkonumda güzel bir sardunyam var. Onun dibine bırakacağım dileklerimi. 

Sevgiyle.

Pazar, Mart 26, 2017

Ey Yükselen Yeni Nesil!!!

Şu sosyal medya hayatımıza girdiğinden beri, belleklerimize de bir sürü beylik laf kaydeder olduk. Hiç kitap okumayan bir kimse bile, Cemal Süreya, Turgut Uyar, Mevlana, Einstein, Osho (!), Charlie Chaplin,  Hz. Muhammed'den sürüsüyle alıntı yapıyor, konuşmalarında kullanıyor. Ne güzel iş değil mi, herşeyden azıcık azıcık biliyorsun... En azından kulak aşinalığı. Ünlü köşe yazarlarının lafı gediğine koyan yazıları da veya o yazılardaki damar cümleler bu sanal alemde bir o yana bir bu yana yalpalaya yalpalaya gidiyor. Aslında durum çok sevdiğim Ali Desidero şarkısında şu sözlerle özetlenmiş;

Luther diyor kız, Machiavelli hııı... Şampiyon biziz diyor Ali, attığımız gollerden belli!


Tam da bu. Birşeyler duymuş, öğrenmiş belli ama ne öğrendiğine dair fikri yok.  

Sosyal medya sayesinde hiç duymadığım, hiç bilmediğim yığınla şey öğrendim. Bazısının peşine düştüm; ilgimi çekenlerin; kendimi o konuda geliştirdim. İnternet sonsuz bir derya gibi. İyi de, o bilgi bombardımanında payımıza düşenleri tabiri caizse koca bir köfteyi çiğnemeden yutmak gibi happur huppur götürüyoruz sonra midemiz ağrıyor. 

Ey yükselen yeni nesil! Mideni ağrıtmadan in ulan aşağı... bir titre kendine gel. Doldur kendini bilgi ile, görgü ile... Ayar verme, yürüme, polim yapma, yaygara koparma, sakin ol. Bilgiyi içselleştir, kendine mal et. Sabun köpüğünün görüntüsü çok güzel ama puf diye yok oluyor.

Galiba bugün biraz ayar günümdeyim :)

Orhan babayı dinlemeye devam edeyim ben en iyisi; Mevsim bahar oluncaaaağğğ...

Muhabbetle....

Pazar, Mart 19, 2017

Uçuşan düşüncelerim

Selam ahali... Uzun zamandır yazmıyorum evet.. çünkü eskisi kadar kendime ayıracak zamanım yok maalesef. Ama yazmayı evet çok özlüyorum. Yolda yürürken düşünceler adeta hücüm ediyor beynime hemen kayda almalıyım bunu diyorum ama işte...

Şu an kulaklığımda Ajda Pekkan "Gözün aydın olan oldu"yu söylüyor. Ajda Pekkan. Çok severim. Çocukluğumun gençliğimin şahidi şarkıların sahibi.

Gelelim uçuşan düşüncelerime.

Artık sabahları saat 06:30 da evden çıkıyorum. Her gün aynı saatte yoldayım, sadece ben değil... benim gibi bir sürü insan o saatte yolda. Cumartesiler hariç. Cumartesi günü İstanbul'da çalışan tek kişi benim. Eminim.

Yolumun üzerinde bir börekçi var, tam otobüs durağının yanında. O börekçi de o saatte açık oluyor, müşterileri var. Bir kadın dikkatimi çekti bir sabah. Saçları permalı olmalı çünkü böyle bir kıvırcık yok, işin garibi hala perma yaptıran mı var! İlginç. Dikkatimi çekmesinin sebebi permalı saçları değil... erkeksi yüzü ve o börekçide ayakta durup kaşlarını bitiştirerek çay içişi. Çay sıcak ya, bardağı dudağına yanaştırırken böyle temkinli bir hal takınıyor...İşte o hali takınırken de kaşlar Küçük Emrah bakışına dönüşüyor. Bütün bunlara durağa yanaşmam, börekçinin önünden geçmem ve kadını süzüşüm dahil toplam 10 saniye ayırdığımı düşünün. Her sabah tekrarlanıyor bu. İlk sabah çay içişi, ikinci sabah etek giyişi ve ayağındaki çizmeler, üçüncü sabah otobüsü bekleyişi... böyle böyle bir sürü 10 saniye toplandı dakikalar etti ve bir sabah ansızın şöyle düşünürken buldum kendimi; bu kesin babasına benziyor olmalı. Sonra babayı hayal etmeye çalıştım, aynı erkeksi hatlar ama saçlar kısa, bıyık yok! Evli değildir bence... Bankacı mı acaba? Taksim otobüsünü bekliyor olsa gerek, Eminönü'nü değil. Bana da noluıyorsa. İyi ki erkek değilim. İnsan böyle böyle mi sapık oluyor acaba :)) İyi ki düşüncelerimiz okunmyor. Düşünsene hiç tanımadığın birinin senin hakkında  roman olmasa dahi bir paragraf dolusu düşüncesi var. Çok ilginç değil mi sizce de?

Şarkım değişti bu arada; Ferdi Özbeğen söylüyor "Bir gülü sevdim bir onu sevdim"....

Geçtiğimiz hafta kafa yorduğum bir diğer şey de oyuncu Engin Öztürk'ün kaybettiği ablasının tabutu başındaki donuk bakışlı fotoğrafı oldu. Boşluğa dikilmiş, acıdan kızaran gözler. Orada olan bir beden ama orada olmayan bir ruh. Biliyorum bu duyguyu, biliyorum bu acıyı dedim. Fotoğrafa uzun uzun baktım ve 11 sene önceki halime gittim bir an. Tabutun başında ben, içinde canım kardeşim. Canım benim... canım canım... sana seni çok sevdiğimi söylemiş miydim canım? Sana sıkı sıkı sarılmak istiyorum  canım... Gitme canım benim, ben şimdi ne yapacağım?

Eve dönüş yolum bir saat sürüyor. Geçende obez bir hanım çift katlıda sol en ön koltuğa kuruldu. Yanına oturacak yer kalmadı zaten. Ben de sağ en ön koltuktayım. Telefonun kulaklığını taktı ve tüm yol boyunca telefonla konuştu. Ben indiğimde hala konuşuyordu. İnsanların dostlarının, ailesinin, arkadaşlarının olması çok güzel birşey diye düşündüm. Konuşacak ne çok şey varmış aslında. Benim de çok sevdklerim var ama bir saat kesintisiz konuşacak kadar konu bulamıyorum. Niye ki dedim. Üzüldüm buna ciddi ciddi.

Yol uzun ya, alıcılar açık bende tabi. Ya görüyorum, ya duyuyorum. Hiçbirşey yapmasam yorum yapıyorum. Dün yanıma oturan arap abla android telefonundan düğün izledi. Ben de kitap okumaya çalıştım. Arada kitabımı kapatıp sol gözümle düğüne baktım :))) Sonra artık aklıma otobüste kitabı rahat nasıl da okumaya başladığım geldi. Hünkar abim dediydi ki, iki sayfa oku kapa, dinlen... tekrar okumaya başla. Bu ritme git gide alışacaksın. Büyük sözü dinlemek iyi birşey aslında. Teşekkürler Hünkar abi :)

İşyerinde çalışanları gözlemlemek. Kurumsal bir hastanede çalışıyorum, burası plaza insanıyla dolu bebeğim. Hep boktan bulmuşumdur  bunu. Aslında düzeltmem lazım; plaza insanı gibi davranan ama deşince bazılarının içinden normal insan çıkanlar da var. Ama çıkmayanlar çoğunlukta. Yüksek yerlerden insan tanımak, yöneticilere yakın olmak, ekip halinde gezmek. Bir de bulunduğu görevi büyütenler. Siz'den Sen'e geçen hemen hani... Canım sakin ol, bi bok değilsin. Bu tip insanları oldum olası sevmedim, sevemem de.

Neyse sıkıldım yahu... Edip Akbayram'la kapatıyorum yazımı "Değmen benim gamlı yaslı gönlüme"... Hoşkalın.....


Salı, Şubat 14, 2017

Bu Bir Sevgililer Günü Anısıdır

Hayatımda hiç kutlamadığım bir gün olmasının yanı sıra 100 metre deparda rekor kırdığım günle aynı gündür. Lise yıllarımda öğrendim böyle bir günün kutlandığını. Şeker şebelek hediyelerden ibaretti, halen de öyle.

Bir 14 şubat günüydü. Seneee... O ana dek sevgilinin s'si, manitanın m'si ya da adı her ne ise o (!) ondan bende yok. O anda da olmadı zaten. Böyle güzel kızın yanındaki çirkin kız şeklinde hayatımı; "Ömrüm seni platonik sevmekle nihayet bulacak" şarkısını terennüm ede ede geçiriyorum. Çok yakın bir arkadaşım var. Lise ikideyiz. Onun bir çıktığı var. Okumuyor, dışardan bir serseri o zamanın tabiri ile. Bu özel ve anlamlı günde bu çocukceğiz, benim arkadaşıma üzerinde "I Love You" yazan bir anahtarlık hediye ediyor. Romantizm şu bu beklerken de, kıza ondan ayrılmak istediğini belirtiyor. O gün ! Dallama işte.

Ben ve arkadaşım bir üçüncü arkadaşımızın evinde alıyoruz soluğu. Teselli ameliyatı yapacağız. Evin yanında bir inşaat var. O anahtarlığı da o sinirle inşaata atıyor.

Zaten biz üç kankiyiz. Teselliye başladık. Arkadaşımın morali düzeldi. Yedik içtik , ayrılık zamanı geldi çattı. Çıktık , evin sahibi arkadaşımız da pencereden bize el sallayacak. İnşaatın önüne gelince, az evvel attığı anahtarlığı almak istediğini söyledi bizimki. "Peki" dedim, "al, ben seni bekliyorum."

Yalnız bir ibare var kapıda "dikkat köpek var" yazıyor. Ama ortada köpek falan yok. İndi merdivenlerden bizimki. Camdaki arkadaşın anlamsız hareketler yaptığını görüyorum bu arada. Çırpınıyor resmen. Anlam da veremiyorum. Kız nerdeyse merdivenin son basamağına gelmiş, anahtarlık bakınıyor. Derken.... bir zincir sesi duyuyoruz. Böyle çizgi filmlerde olur ya hani makarasından boşalmış bir zincir sesi. Noluyo acaba diye aptal aptal bakınırken, iri bir köpekle yüz yüze geliyor arkadaş, o aşağıda ben yukarıda... Tabana kuvvet bir koşmaya başlıyoruz. Bir koşuyoruz... bir koşuyoruz... Benden geride olan arkadaşımın birden önüme geçtiğini, tabanlarının kıçına değdiğini görüyorum. Koşuyoruz bir epey. Biz koştukça sanki zincir sesi de devam ediyor. Zincir sesi, köpek havlaması birbirine karışıyor artık.

Yeterince koştuğumuza kanaat getirip kendimizi yol kenarına atıyoruz. Gözümün önünde tek bir görüntü : Kıça değen tabanlar! İkimizin de dil dışarda, nefes nefeseyiz, ama ben makaraları koy verdim gül babam gül... durmama imkan yok. Arkadaş da şokta... hızlı hızlı nefes alıyor... Elinde tuttuğu anahtarlığa takılıyor gözüm. Gülmeye devam ediyor, iyi ki benim sevgilim yok diyorum.

Ekşi Sözlük'teki bir yazımdan...

Pazar, Şubat 12, 2017

Aksiyon mu? Toplu taşımaya bin dostum!

Uzun seneler işe yürüyerek giden biri olarak toplu taşımadan ve kültüründen epey uzak kaldım. Arada geçen yıllarda, ki yedi uzun yıldan bahsediyoruz, değişen tek şey; o hengameye, o itiş kakışa, o dip dibe olmalara, o birbirine tahammülsüzlüğe, o diğerinin hakkını görmezden gelmeye, o nefes nefesiliğe eklenen tek şey; cep telefonu ile ilgilenmek olmuş.

Bu yazımda da sizlere otobüs, minibüs ve metrobüste şahit olduklarımdan bahsetmeye çalışacağım.




İnsanlar sırt sırta yaslanmış giderken; mücadele verdikleri şey bir yere tutunmak değil, cebinden telefonunu çıkarıp sanal dünyada sörfe dalmak. Gözlemlediğim o ki, minibüs şoföründen tut, minibüs, otobüs ve metrobüs yolcusunun tamamına yakınının sosyal medya hesabı var, herkes birbiri ile etkileşimde. Eskiden yabancıların yanında özelimizi konuşmaya çekinirken, kız kulaklığını takmış karşısındaki ile "whatsappa en son ne zaman girdin, çevrimiçi olmuşsun kime yazdın" muhabbetini rahatlıkla yapıyor.  Şoför efendi ara sıra messenger uygulamasını dahi açıyor, sonra hoop bir viraj alıyor, trafikteki muhatabına "be geviş getiren heyvon... heyvonogliheyvon" diyerek gaza birkez daha yükleniyor.

Otobüsler... Otobüsler fena değil dostlarım. Hele ki çift katlılar. Benim bindiğim saatlerde bu otobüslerde ayakta yolcu pek olmadığından, otobüsü gayet hoş, naif ve nostaljik bir seyahat aracı olarak değerlendiriyorum. Tercihim en üst katta, sağda cam kenarındaki en ön koltuk. Eğer oraya oturabilmişsem ben de alıyorum telefonumu elime, yol boyu kah nete takılıyorum kah yol durumunu gözlemliyorum.  Sosyal medyada incilerimi paylaşıyorum bittabi. Bir de İETT'nin mobil uygulamasını indirdim, neredeyiz, hangi duraktayız, kaç durak kaldı bunlara bakıyorum. Otobüs içindeki ekranlar nedense kapalı oluyor. 


Otobüste insanlar birbiri ile sohbet edebiliyorlar. Kiminle yan yana düştüğüne bağlı aslında. Dün misal 5-6 kadın bindi (tahminimce gündelikçi idi bunlar) ev hayatına dair, yola dair, çocuğun askerliğine dair, yemin törenlerine gitmek için önceden kimlik belirtmek zorunda olmaya dair bir sürü şey dinledim. Yo dostum, özellikle dinlemedim, kusura bakmayın ama benim de duyabilen bir kulağım var. Hele o "whatsappda son çevrimiçi gözükme" muhabbetine dalan kız kendini en son şöyle savunuyordu "en son senle konuştum, sonra falanca bayana şunu şunu yazmışım... senden habersiz yapar mıyım hiç... sen neden bana böyle yapıyorsun!". Bir de bu muhitin eskisi yolcular var, ilk yolculuklarımda onlarla da "aşağı yukarı ne kadar sürer bu yol" minvalinde konuşmalar yapmıştım. "En az 2 saat" cevabını aldıktan sonra bir daha muhabbet etmemeye karar verdim. Sinirlerim bozulmasın. 


Benim nete takılma maceram otobüsten inip, metrobüse bindiğimde bitmiş oluyor. Otobüste sakin sakin, dura kalka gittiğimiz o yolun devamını birden ışık hızıyla geçebilmenin keyfini çıkarıyorum diyebilirim. Avcılardan biniyorum ve varacağım durağa kadar "iyi ki fazladan akbil bastım da şu geri kalan trafiğe takılmadan geçebiliyorum, çok şükür yarabbül alemin" diyerek kendime bir aferin veriyorum. Bu bir züğürt tesellisi değil dostlarım, evde bekleyen yavrularına bir an önce kavuşmak isteyen bir annenin göz yaşartan çabası... Dakikalarla yarışıyorum. 

Metrobüs yolcusu çok açıkgöz. Böyle idmanlılar var; araca biner binmez yılan gibi kıvrıla kıvrıla gidip boş koltuğa mabadını hop diye yerleştirebiliyor. Bir anneye şahit oldum dün, çocuğunu ittirerek "arkadaki koltuklara geç çabuk, koş koş..." diyen. Yalnız beni hem duygulandıran hem de şaşırtan bir şeye şahit oldum; Avcılar metrobüs durağında insanlar (sabah saat 8 seferinde) aracın kapı önlerinde tek sıraya girmiş halde bekliyorlardı. Hani Japonların yaptığı gibi. Bunu herhangi başka bir durakta görmedim. Hala umut var bu millete dedim. Hala birbirine saygı duyabilenlerin olması çok hoşuma gitti. 

Ben metrobüsle 15 dakika seyahat ettiğim için oturmuşum, ayakta gitmişim hiç mühim değil. Yol boyunca bir sağıma bakıyorum bir soluma. İki yanımda sıkışık bir trafik ve bu yavaşlığın içinde su gibi akıp giden metrobüs. Sonra aklıma "Ya metrobüslerden biri kaza yapar da şerit kapanırsa" diye nahoş bir senaryo geliyor. "Vay haline Çileğim" diyorum... kışkışlıyorum bu düşünceleri aklımdan. 

Ve minibüs. Dostum, hayatında aksiyon olmasını istiyorsan ömründe bir kere olsun Esenyurt minibüsüne binmelisin. Ciddiyim. Şerit ihlali yapa yapa gitmeler, o minibüs şoförünün nameleri. o öndeki aracın kıçına değdi değmeler. Yüklüce eşya ile minibüse binmeye hazırlanan yolcuyu beğenmeyip (ki kapıyı yüzüne kapadı), az ileride yanlış yerde bekleyen iki hanım yolcuyu ücret almadan sevabına başka durağa bırakmalar... "beni falanca durakta neden uyarmadın" diyen yolcuya "ama ablacım ben o türküyü söylemişem sen duymamışsan... örnektepe dedim, kiptaş dedim, sağlık ocağı dedim... tüm bu türküleri söyledim sen duymamışsan suç ben de mi" demeler... "can taşıyorsun be, yazıktır günahtır" diyen yolcuya "abicim sakin... sakin sen neden kendini yırtıyorsun" demeler. "öldürecekmisin bizi be adam" deyince "ehooov hemen de kendini tabuta koydun yav"... Bu fasıl bitince bir de minibüs şoförlerinin kendi kendine konuşma huyları var, hiç sekmez. Bu hatta da aynıymış; "E tabi suç bende... niye gidiyorsun ki şerit ihlali yapa yapa... git sıradan, bunları beş saatte götür de görsünler"....

Hasılı, İstanbul trafiğine katlanmak zorunda olan kimse için Çilek der ki... Otobüs candır, metrobüs canan... Minibüs ise kaynana! 

Herkese güzel bir pazar günü diliyorum... Muhabbetle :)


Perşembe, Ocak 26, 2017

Ümit... Ümitlenmek... Ümitsizlik


Şimdi aramızda olmaması bir kardeşim olduğu gerçeğini sonsuza kadar değiştirmeyecek. Bir zamanlar benim de bir kardeşim vardı, adı Ümit'ti.

Ümit, hayatımın yirmi altı yılına eşlik etti. Bugün onun  doğum günü. 

Doğum günü... doğduğu gün.

Evet. Babam beni yuvadan aldı, opel cadet arabımıza bindik. Üzerimde lacivert, kapşonu ponponlu mantom vardı. Kapşonumu çıkarmadan arabada otururken, babam karlı Berlin yollarında bana birşey söylemeden arabasını sürüyordu. Yuvadan neden erken alındığımı bilmiyordum.

Sonra bir hastaneye geldik. Yengem bizden önce gelmişti onu gördüm. Beni açılır kapanır camlı bir kapının önüne sürükledi biri. Muhtemelen yengem. Camın öte tarafında, bir yataklı arabanın içinde ellerini yumruk yapmış, mavi kol bantı takılmış minik bir bebek gösterdiler bana. "Dilek bak bu kardeşin" dedi bir ses. Ikınıp sıkınan küçücük bir canlı. Ümit'i ilk görüşüm olmuştu.

Öncesinde; bir akşam üstü annem elinde bir kutu ile gelmiş "bunu sana kardeşin gönderdi" demişti. Kutudan kahverengi bir çift panduf çıkmıştı. Kendisi gelmeden, hediyeleri gelmişti kardeşimin.

Ve Ümit aramıza katıldı. Ben Dilek'tim, dilenen. O da Ümit'ti, ümit edilen. Hatırlıyorum, kulağına ezan okuyan hocayı. İzettin Ümit! demiş. İzettin ne alaka, hala çözmüş değilim ama sahne gözümün önünde. Sonraları onu sinirlendirmek için ona "İzettin!!!. tin tin tin" derdim. Aramız tamı tamına beş yaştı, ikimiz de kış çocuğuyduk.

Zaman geçiyordu, bu küçük adam büyüyordu. İlk adımlarını atışına da ben şahit oldum. Kardeşim yürüyordu artık, ne mutlu olmuştum.O kadar yaramaz bir çocuktu ki. Her yeri, her şeyi karıştırmayı, odamın altını üstüne getirmeye bayılırdı. Okuldan gelip de , odamı dağınık vaziyette gördükçe isyan ederdim. Evde takla atmayı, kafası üstü durmayı çok severdim. O da etrafımda dolanır dururdu. bir keresinde o haldeyken gözüme çatal batırmıştı. 

Anneannem, Ümit'e pazenden üzeri yeşil ördekli bir pijama diktirip göndermişti. Sürekli kıçından düşüp dururdu. Hafızama, annemin elektrikli süpürgeyi aniden  kapatışı ve Ümit'i pijamasının iki tarafından tutup havaya kaldırışı kazınmış. Nasıl da hoşuna gitmişti bücürün, havalandığında müthiş mutlu olmuştu. 

Bana hiç "Abla" demedi. Hep "Dilek" oldum onun için. Arkamdan "diyek, diyek" diye dolanırdı. Sayesinde bir keresinde kolumu, bir keresinde dişimi kırmışlığım var. Kolumu yakmışlığım da var. Yaramazlığına beni de ortak ederdi anlayacağınız.

İki kardeş, çocukken en çok sevdiğimiz şey çikolata yemekti. Sandalyelerden araba yapar, üzerine battaniye kapatır, kendimizi uzayda zannederdik. Ben sırtı üstü uzanır, onu da ayaklarımla havaya kaldırır, sırtıma alır, omzuma alır gezdirirdim. Şarkı söyler, yakalamaca, saklambaç, yatakta zıplamaca oynardık. Çok eğlenirdik. Onu uzaktan gıdıklamaca oyunu yapardım, huylanır, sanki gerçekten onu gıdıklıyormuş gibi kıkırdardı. Evde yalnız kaldığımız bir gece, yatakta yanına yatmıştım. Bana sıkı sıkı sarılmıştı. Korkuyordum ben de ama ablaydım, ona belli etmemiştim. 

Ümit hep yaramaz bir çocuk oldu. Para harcamayı çok severdi, harçlığını hemen bitirirdi. Ders çalıştığını, kitap okuduğunu hiç görmezdim ama müthiş bir genel kültürü vardı. İnce düşünceli, kibar, kendine özen gösteren, espirili, girişken, girişimci bir genç adam oldu ileri ki yaşlarında.

Saçlarını çok severdim. Canım benim... 

Ve şimdi... Şimdi Ümit çok uzaklarda. Bedenen yok ama kalbimin ta en derininde. Geriye doğru bakınca, yirmi altı yılda beni bir kez olsun kırmadığına şahitlik edebilirim. Beni kızdırdığı çok olmuştur ama kırdığı hiç olmamıştır. Tek pişmanlığım; ona "seni çok seviyorum" dememiş olmak. Sarılırdım, öperdim, koklardım ama "seni seviyorum" hiç demezdim. Son görüşümde de onu öptüm öptüm, kokladım, sarıldım. Zaman orada donsun istedim. O "zaman" donmadı... geçti gitti. 

Anılarımız çok tabi. Hafızam çok iyidir, sayfalarca yazabilirim. Ama farkettim ki, bazen anılar da acıtıyor. Bu yazıyı onu gülümseyerek anmak için kaleme almıştım ama sonunu getiremeyeceğim. Benim nezdimde kardeşim iyi bir insandı. İyi bir insan olarak vefat etti. Sadece benim hayatıma değil, arkadaşlarının dostlarının da hayatına dokundu elbet ve kimbilir ne anılar bıraktı. Rabbim kimseye evlat acısı, kardeş acısı tattırmasın, temennimiz duamız bu ama işte, hepimiz birilerinin evladı, kardeşiyiz... Hak vaki oldu mu, diyecek birşey yok. Mesele, sabretmek. 
.
.
.Kalbimin kapanmayan yarasısın sen Ümit. Seni seviyorum. Doğum günün kutlu olsun.



Cuma, Ocak 20, 2017

Koku

Nasıl ki şarkılar alır insanı farklı zamanlara götürür; koku da aynen böyledir.

Koku, insanı geçmiş alemlere ışınlar, geleceğe değil. Bu yüzdendir koku hafızası denir. 

Benim için koku çok önemlidir. Güzel kokuyu herkes sever ama ben mazisi olan kokuları bir ayrı severim. Hiç olmadık yerde karşıma çıkıp, beni o zamana götürmesini severim. Severim... çünkü çocukluğumu özlerim.

Kokunun iyileştirici gücüne inanırım ben. Koku insanı dinginleştirebilir, rahatlatır, mutlu hissettirir. Ayrıca kışkırtabilir de. Bu, kokunun sana ne çağrıştırdığı ile ilgili sanırım. 

Babacığımın son giydiği gömleği, kardeşimin tavsiyesi ile bir poşede koyup muhafaza ettim. Bana bu öğüdü verirken "ne zaman özlersen, alır koklarsın" demişti. Hakikatten de dediği gibi oldu. On bir yıl oldu babamı kaybedeli. Özlemden dellendiğim zamanlarda ve bazen de alakasız bir anda elimin altına geçtiğinde alıyorum gömleği, yüzümü içine gömüyorum kokluyor, kokluyor... içime çeke çeke, tüm iliklerime kadar çekiyorum kokusunu. Öyle de güzel ki.

Hz. Yakup ne diyordu? "Bana bunak demezseniz, şüphesiz ki ben Yusuf'un kokusunu alıyorum" (Yusuf 94). 

Sonrasında Hz. Yakup'a Yusuf'un gömleğini veriyorlar ve onu yüzüne sürdüğünde, görmeyen gözleri açılıyor.

Babamın çok uzaklarda olduğu bir zamanda, ateşten sayıklarken, baba yarısı amcamın odaya girmesi ile burnuma babamın kokusunun gelmesini ve gözlerimi açışımı asla unutamam. 

Baba kokusu, ana kokusu, evlat kokusu bunlar en güçlü kokular elbette. Bunların dışında daha ne kokular var. Mesela bakkal kokusu. O deterjan, lokum, ekmek, bisküvi ile karışık koku bir tek orada var. Herhangi bir markette yok. Oysa ki bu saydıklarım orada da mevcut.

Anneanne evi kokusu. Beyaz sabun ve sütlaç karışımı birşey.

Elektrikli süpürgenin filtre kokusu. Çocukluğumda sıklıkla gittiğimiz ciciannemin evinin kokusu. Herhalde hep evi süpürmesinden sonraya denk geliyorduk, nasılsa öyle bir bağ kurmuşum. Bugün bile kendi evimi süpürdüğümde ciciannem gelir aklıma.

Wild Love parfümü ve annem. Hala üretiliyor mu bilmem ama annemde o kadar güzel dururdu ki bu koku. Ha keza Old Spice da babamla özdeşleşmiştir bende.

Çürümüş yumurta kokusu ve seksenli yılların Haliç'i aynı kokudur benim için. 

Bir de sevgilinin kokusu meselesi var. Zamanında sevgili iken, zat-ı muhteremden kadife gömleğini istemiştim. Gömleği yastığımın üzerine serer öyle uykuya dalardım. Güzeldi. Naifdi. Huzurluydu.

Yağmur sonrası toprak kokusu.

Kar kokusu.

Vanilya kokusu ve oyuncak bebeklerim.

Islak talaşla bastırılmaya çalışılan toz kokusu ve 60 kişilik ilkokul sınıfımız.

Domates badem kokusu ve sokakta atlı arabayla gezen zerzevatçılar. Balkondan sarkıttığımız sepet gelir aklıma. 

Sobadan defterimin üzerine damlayan kurumun kokusu, ilkokul günlerim.

Kışın dışarıda kurutulan çarşafımın buram buram is kokusu. 

Rutubet ve sefilliğin kokusu. 

Kimimiz için ortak anılar kimimiz için çok özel kokular. Ne yaşadıysan o. Ne yaşatıldıysan o. Çok şükür ki bana çok acı şeyleri hatırlatan kokular yok denecek kadar az. 

Selam olsun. 

Pazar, Ocak 15, 2017

Hayatımdaki fon müziği

Kulağımda Zeki Müren... 
Gitme sana muhtacım
Gözümde nursun başımda tacım, muhtacım
Beni öldür öyle git
Yaşamak için senin sevgine muhtacım

Zeki Müren'i bir ayrı severim, bilhassa bu şarkının olduğu albümü çok severim. Seksenlerin ortasıydı; babamın kuaför salonu vardı ve iş yaparken mutlaka müzik açılırdı dükkanda. O zamanlardan en sık hatırladığım Zeki Müren, Selami Şahin, Samime Sanay, İbrahim Tatlıses kasetleri. 
Annem de mutlaka sabahları radyoyu açar, bulaşık yıkarken, yemek yaparken müzik dinlerdi.
O zamanlardan kalma bir alışkanlık olsa gerek. Ben de yolda yürürken, iş yaparken, saçlarıma fön tutarken, bebeğimi uyuturken, keyifliyken şarkı söyler veya mırıldanırım.

Hayatımın her döneminde müzik oldu. Türk sanat müziği, halk müziği, pop, arabesk, protest, yabancı müzik hepsinden ayrı keyif alıyorum. 

Filmlerde, sahnenin gücünü arttırmak için kullanılan fon müziklerinden çok etkilenirdim küçükken. Öyle ki bir defasında başrolünü Ayşecik ve Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Sevgili Babam" filminde kullanılan "Zalimin zulmü varsa, sevenin Allah'ı var" şarkısı bende apayarı bir yer etmişti. Hiç unutmam, Kamuran Akkor'un seslendirdiği bu şarkı çocuk benliğimde sanki cefa içinde bir çocukluk geçirmişim, dünyanın yükünü çekmişim, kahır mektubunun ucunuı yakmışım gibi bir etki bırakmıştı. Kendime şöyle bir söz vermiştim; hayatımın en dramatik anında bu şarkıyı hatırlayacak, onu o dramatik ana fon müziği olarak döşeyecektim. Yaşım henüz yediydi.

Yedi yaşında yaşadığım ilk dramatik an, matematik sınavından 1 almak oldu. Sıkıntıdan ve utançtan kızarmış şekilde, boğazımın düğümlendiğini hissediyordum. O anda nasılsa aklıma fon müziğim geldi. Tam da bu ana uygun gibi gelmişti. Zihnimden şarkıyı çalmaya başladım. Sonuç; defol git başımdan lanet şarkı hissiyatı.

Vazgeçmedim. Geçemedim. O şarkılar öyle bir yapıştı ki yakama, her duruma uygun şarkı türetmeye başladım. Yağmur mu yağıyor, içinde yağmur geçen bir şarkı, kahve mi yapacağım "sürüverin cezveler kaynasın", mutfakta lavabo mu ovuyorum "bin cefalar etsen almam üstüme"... hop bir bakıyorum şarkı söylemeye başlamışım.

Şimdilerde kimselerin duyup bilmediği mesela Deniz Arcak'ın "Seni gidi vurdumduymaz şam şeytanı, çıldırtırsın sen insanı" şarkısı

Sevda Karaca'nın "Tanımazsın beni, aradan çok yıllar geçti" şarkısı

Hakan Peker'in "Barda durur barmen mini, şişe elinde" gibi tuhaf şarkılarını halen anlamsız ve nedensiz bir biçimde seslendirdiğim de olur.

Ezcümle... Müzik hayattır bebeğim. Müziği seviyorum. Her türlü. 

Pazar, Ocak 08, 2017

İmrenmek vs Üşenmek

Türk Dil Kurumu sözlüğünde "imrenmek" kelimesinin karşılığında; beğenilen bir kişi veya şeye benzemek istemek, gıpta etmek yazıyor. İçinde kıskançlık gibi olumsuz bir duyguyu barındırmıyor.

Üşenmek ise şöyle tanımlanmış; kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya isteği olmamak, erinmek.

Benim bünyem, her ikisini de eşit dozda barındırıyor. Ne korkunç! Bu yazıyı kendime motivasyon olsun diye kaleme alıyorum aslında. Bu yazı; vah vah neleri kaçırdımdan ziyade aşırı istek barındırmakta.

Düşündüm de, hayatta imrendiğim çokça şey var ve imrenmeye başlama yaşım oldukça küçükmüş, şimdi fark ettim. İmrenilenler listem oldukça kabarık. Dileğim ve niyetim, kalan ömrümde hiç değilse bazısını yerine getirebilmek veya farklı bir formda bu isteklerimi karşılamak.

Daha çocukken ben Türkan Şoray'a benzemek isterdim. Simsiyah uzun saçlarım olsun, gözlerim onun ki kadar güzel olsun, anlamlı baksın. İlerleyen zamanda olan; bir türlü uzatamadığım gür saçlar. Sürekli farklı model denemeleri. Gözler? Onlar Allah vergisi gayet güzel bakıyorlar. Saçlarımı da uzatmaya başladım ve sanırım bu sefer şeytanın bacağını kıracağım.

Bir enstrümanı tam anlamı ile çalmak isterdim. Piyano hevesim, biraz annemin yanlış yönlendirmesi ve biraz da benim üşengeçliğimden çabuk söndü. Asıl hayalimde olan yan flüt çalmaktı, ikinci tercihim gitardı. Olmadı. Şimdi arzum, bir koroya katılmak. Sesimi çok beğeniyorum ve müzik kulağım hala iyi.

Tiyatro yapmak, halk oyunları oynamak isterdim. İyi bir tiyatro seyircisi olmak için geç değil lakin halk oyunları için artık hiç enerjim yok. Dizlerim müsaade etmez. Onların fikri önemli.

El sanatları ile uğraşmak isterdim. Bu konuda aslında oldukça becerikliyim, tığ işi, etamin işleme, keçe sanatı, biraz resim... işte herbirşeyden az az, tam değil! Ah Çilek ah... Neyse yapacaksın eminim. Hayalimde rölyef yapmak var.

Değişik yemek tariflerini, pasta, börek çeşitlerini yapmak. Bazı kadınların yemek tarifi defterleri oluyor, onlara gerçekten imreniyorum. Daha ümidimi kaybetmedim çünkü son bir kaç aydır hafta sonları değişik şeyleri yapmayı başladım. Bunun altında biraz da gelecekteki gelinlerimin varlığı yatıyor itiraf edeyim. Ayrıca turşular, reçeller, domates sosları da cabası. Kendimle bu konuda gurur duyuyorum. Aferin Çilek, bu makus kaderini değiştireceksin.

Daha çok kitap okumak. Kitaplar olmasa hayatım eksik olurdu gerçekten. Hiç kitap okumayan insanlara oranla ben gayet iyi bir okuyucuyum ama...Bu tabi biraz zamanı etkin kullanmakla da ilgili. Ben üç çocuklu bir çalışan anne olarak daha henüz o kıvama gelemedim. Ne diyordu şarkıda; bu iş zor Yonca! Olsun, olduğu kadar. Bu sene mesela, dünya klasikleri, edebiyat ödüllü eserlere ağırlık vermeyi düşünüyorum. Aynı şey filmler içinde geçerli. En son okuduğum iki kitabın sinemaya uyarlanmış halini de izledim, değişik bir deneyim oldu benim için. Böylece bu kitapları ve konularını unutmak daha zor olacak çünkü ben görsel hafızası kuvvetli bir insanım. Okuduğumu unuturum da, gördüğümü kolay kolay unutmam.

Seyahat etmek. Hayatta en çok, ama en çok imrendiğim insan çokça seyahat eden insan. İkinci sırada iyi bir uyku çeken insan geliyor. İki konuda da çok ümidim yok ne yazık ki. Biri maddiyata diğeri sağlığa dayanıyor.

Yazmak. Kitap yazmak. Bu bloğu açma sebeplerimden biri. İyi yazdığımı düşünüyorum ama üşeniyorum. Bu blog benim egzersiz yerim. Şu ana dek fena gitmiyor, hadi hayırlısı bakalım.

Kız çocuk mevzuu. Oğullarımı o kadar çok seviyorum ki. Allah'a sonsuz şükür. Ama bir kız çocuğum olsun, saçlarını öreyim, prenses kıyafetleri giydireyim, kırmızı papuçları olsun... büyüyünce bana arkadaş olsun. Kız çocuğu farklı ya. Bilmiyorum bu konuda duygularım karışık. İlerleyen zamanda bir kız çocuğu evlat edinmek gibi bir düşüncem var.

Aktivistlere fena imreniyorum mesela. Bana göre aktivistler, elini taşın altına koymaktan çekinmeyen cesur insanlar. Konu ne olursa olsun ben aktivistlere saygı duyuyorum. Taraftarı olduğum, benimsediğim bir düşüncenin aktivisti olmak fikri... Bak hala cesaret edemiyorum. Ne olacak benim bu halim.

An'ı yaşayan olmak isterdim. Yaş kemale ermeye yakın ya, bunu da yavaş yavaş başarıyorum galiba.

Kimsenin parasına, malına mülküne, gardırobuna, muhteşem hayatına imrenmiyorum. Benim imrendiklerim ufacık şeyler. Ufacık ama dolu dolu şeyler.

Olacak inşallah olacak, inanıyorum.