Perşembe, Ocak 26, 2017

Ümit... Ümitlenmek... Ümitsizlik


Şimdi aramızda olmaması bir kardeşim olduğu gerçeğini sonsuza kadar değiştirmeyecek. Bir zamanlar benim de bir kardeşim vardı, adı Ümit'ti.

Ümit, hayatımın yirmi altı yılına eşlik etti. Bugün onun  doğum günü. 

Doğum günü... doğduğu gün.

Evet. Babam beni yuvadan aldı, opel cadet arabımıza bindik. Üzerimde lacivert, kapşonu ponponlu mantom vardı. Kapşonumu çıkarmadan arabada otururken, babam karlı Berlin yollarında bana birşey söylemeden arabasını sürüyordu. Yuvadan neden erken alındığımı bilmiyordum.

Sonra bir hastaneye geldik. Yengem bizden önce gelmişti onu gördüm. Beni açılır kapanır camlı bir kapının önüne sürükledi biri. Muhtemelen yengem. Camın öte tarafında, bir yataklı arabanın içinde ellerini yumruk yapmış, mavi kol bantı takılmış minik bir bebek gösterdiler bana. "Dilek bak bu kardeşin" dedi bir ses. Ikınıp sıkınan küçücük bir canlı. Ümit'i ilk görüşüm olmuştu.

Öncesinde; bir akşam üstü annem elinde bir kutu ile gelmiş "bunu sana kardeşin gönderdi" demişti. Kutudan kahverengi bir çift panduf çıkmıştı. Kendisi gelmeden, hediyeleri gelmişti kardeşimin.

Ve Ümit aramıza katıldı. Ben Dilek'tim, dilenen. O da Ümit'ti, ümit edilen. Hatırlıyorum, kulağına ezan okuyan hocayı. İzettin Ümit! demiş. İzettin ne alaka, hala çözmüş değilim ama sahne gözümün önünde. Sonraları onu sinirlendirmek için ona "İzettin!!!. tin tin tin" derdim. Aramız tamı tamına beş yaştı, ikimiz de kış çocuğuyduk.

Zaman geçiyordu, bu küçük adam büyüyordu. İlk adımlarını atışına da ben şahit oldum. Kardeşim yürüyordu artık, ne mutlu olmuştum.O kadar yaramaz bir çocuktu ki. Her yeri, her şeyi karıştırmayı, odamın altını üstüne getirmeye bayılırdı. Okuldan gelip de , odamı dağınık vaziyette gördükçe isyan ederdim. Evde takla atmayı, kafası üstü durmayı çok severdim. O da etrafımda dolanır dururdu. bir keresinde o haldeyken gözüme çatal batırmıştı. 

Anneannem, Ümit'e pazenden üzeri yeşil ördekli bir pijama diktirip göndermişti. Sürekli kıçından düşüp dururdu. Hafızama, annemin elektrikli süpürgeyi aniden  kapatışı ve Ümit'i pijamasının iki tarafından tutup havaya kaldırışı kazınmış. Nasıl da hoşuna gitmişti bücürün, havalandığında müthiş mutlu olmuştu. 

Bana hiç "Abla" demedi. Hep "Dilek" oldum onun için. Arkamdan "diyek, diyek" diye dolanırdı. Sayesinde bir keresinde kolumu, bir keresinde dişimi kırmışlığım var. Kolumu yakmışlığım da var. Yaramazlığına beni de ortak ederdi anlayacağınız.

İki kardeş, çocukken en çok sevdiğimiz şey çikolata yemekti. Sandalyelerden araba yapar, üzerine battaniye kapatır, kendimizi uzayda zannederdik. Ben sırtı üstü uzanır, onu da ayaklarımla havaya kaldırır, sırtıma alır, omzuma alır gezdirirdim. Şarkı söyler, yakalamaca, saklambaç, yatakta zıplamaca oynardık. Çok eğlenirdik. Onu uzaktan gıdıklamaca oyunu yapardım, huylanır, sanki gerçekten onu gıdıklıyormuş gibi kıkırdardı. Evde yalnız kaldığımız bir gece, yatakta yanına yatmıştım. Bana sıkı sıkı sarılmıştı. Korkuyordum ben de ama ablaydım, ona belli etmemiştim. 

Ümit hep yaramaz bir çocuk oldu. Para harcamayı çok severdi, harçlığını hemen bitirirdi. Ders çalıştığını, kitap okuduğunu hiç görmezdim ama müthiş bir genel kültürü vardı. İnce düşünceli, kibar, kendine özen gösteren, espirili, girişken, girişimci bir genç adam oldu ileri ki yaşlarında.

Saçlarını çok severdim. Canım benim... 

Ve şimdi... Şimdi Ümit çok uzaklarda. Bedenen yok ama kalbimin ta en derininde. Geriye doğru bakınca, yirmi altı yılda beni bir kez olsun kırmadığına şahitlik edebilirim. Beni kızdırdığı çok olmuştur ama kırdığı hiç olmamıştır. Tek pişmanlığım; ona "seni çok seviyorum" dememiş olmak. Sarılırdım, öperdim, koklardım ama "seni seviyorum" hiç demezdim. Son görüşümde de onu öptüm öptüm, kokladım, sarıldım. Zaman orada donsun istedim. O "zaman" donmadı... geçti gitti. 

Anılarımız çok tabi. Hafızam çok iyidir, sayfalarca yazabilirim. Ama farkettim ki, bazen anılar da acıtıyor. Bu yazıyı onu gülümseyerek anmak için kaleme almıştım ama sonunu getiremeyeceğim. Benim nezdimde kardeşim iyi bir insandı. İyi bir insan olarak vefat etti. Sadece benim hayatıma değil, arkadaşlarının dostlarının da hayatına dokundu elbet ve kimbilir ne anılar bıraktı. Rabbim kimseye evlat acısı, kardeş acısı tattırmasın, temennimiz duamız bu ama işte, hepimiz birilerinin evladı, kardeşiyiz... Hak vaki oldu mu, diyecek birşey yok. Mesele, sabretmek. 
.
.
.Kalbimin kapanmayan yarasısın sen Ümit. Seni seviyorum. Doğum günün kutlu olsun.



Cuma, Ocak 20, 2017

Koku

Nasıl ki şarkılar alır insanı farklı zamanlara götürür; koku da aynen böyledir.

Koku, insanı geçmiş alemlere ışınlar, geleceğe değil. Bu yüzdendir koku hafızası denir. 

Benim için koku çok önemlidir. Güzel kokuyu herkes sever ama ben mazisi olan kokuları bir ayrı severim. Hiç olmadık yerde karşıma çıkıp, beni o zamana götürmesini severim. Severim... çünkü çocukluğumu özlerim.

Kokunun iyileştirici gücüne inanırım ben. Koku insanı dinginleştirebilir, rahatlatır, mutlu hissettirir. Ayrıca kışkırtabilir de. Bu, kokunun sana ne çağrıştırdığı ile ilgili sanırım. 

Babacığımın son giydiği gömleği, kardeşimin tavsiyesi ile bir poşede koyup muhafaza ettim. Bana bu öğüdü verirken "ne zaman özlersen, alır koklarsın" demişti. Hakikatten de dediği gibi oldu. On bir yıl oldu babamı kaybedeli. Özlemden dellendiğim zamanlarda ve bazen de alakasız bir anda elimin altına geçtiğinde alıyorum gömleği, yüzümü içine gömüyorum kokluyor, kokluyor... içime çeke çeke, tüm iliklerime kadar çekiyorum kokusunu. Öyle de güzel ki.

Hz. Yakup ne diyordu? "Bana bunak demezseniz, şüphesiz ki ben Yusuf'un kokusunu alıyorum" (Yusuf 94). 

Sonrasında Hz. Yakup'a Yusuf'un gömleğini veriyorlar ve onu yüzüne sürdüğünde, görmeyen gözleri açılıyor.

Babamın çok uzaklarda olduğu bir zamanda, ateşten sayıklarken, baba yarısı amcamın odaya girmesi ile burnuma babamın kokusunun gelmesini ve gözlerimi açışımı asla unutamam. 

Baba kokusu, ana kokusu, evlat kokusu bunlar en güçlü kokular elbette. Bunların dışında daha ne kokular var. Mesela bakkal kokusu. O deterjan, lokum, ekmek, bisküvi ile karışık koku bir tek orada var. Herhangi bir markette yok. Oysa ki bu saydıklarım orada da mevcut.

Anneanne evi kokusu. Beyaz sabun ve sütlaç karışımı birşey.

Elektrikli süpürgenin filtre kokusu. Çocukluğumda sıklıkla gittiğimiz ciciannemin evinin kokusu. Herhalde hep evi süpürmesinden sonraya denk geliyorduk, nasılsa öyle bir bağ kurmuşum. Bugün bile kendi evimi süpürdüğümde ciciannem gelir aklıma.

Wild Love parfümü ve annem. Hala üretiliyor mu bilmem ama annemde o kadar güzel dururdu ki bu koku. Ha keza Old Spice da babamla özdeşleşmiştir bende.

Çürümüş yumurta kokusu ve seksenli yılların Haliç'i aynı kokudur benim için. 

Bir de sevgilinin kokusu meselesi var. Zamanında sevgili iken, zat-ı muhteremden kadife gömleğini istemiştim. Gömleği yastığımın üzerine serer öyle uykuya dalardım. Güzeldi. Naifdi. Huzurluydu.

Yağmur sonrası toprak kokusu.

Kar kokusu.

Vanilya kokusu ve oyuncak bebeklerim.

Islak talaşla bastırılmaya çalışılan toz kokusu ve 60 kişilik ilkokul sınıfımız.

Domates badem kokusu ve sokakta atlı arabayla gezen zerzevatçılar. Balkondan sarkıttığımız sepet gelir aklıma. 

Sobadan defterimin üzerine damlayan kurumun kokusu, ilkokul günlerim.

Kışın dışarıda kurutulan çarşafımın buram buram is kokusu. 

Rutubet ve sefilliğin kokusu. 

Kimimiz için ortak anılar kimimiz için çok özel kokular. Ne yaşadıysan o. Ne yaşatıldıysan o. Çok şükür ki bana çok acı şeyleri hatırlatan kokular yok denecek kadar az. 

Selam olsun. 

Pazar, Ocak 15, 2017

Hayatımdaki fon müziği

Kulağımda Zeki Müren... 
Gitme sana muhtacım
Gözümde nursun başımda tacım, muhtacım
Beni öldür öyle git
Yaşamak için senin sevgine muhtacım

Zeki Müren'i bir ayrı severim, bilhassa bu şarkının olduğu albümü çok severim. Seksenlerin ortasıydı; babamın kuaför salonu vardı ve iş yaparken mutlaka müzik açılırdı dükkanda. O zamanlardan en sık hatırladığım Zeki Müren, Selami Şahin, Samime Sanay, İbrahim Tatlıses kasetleri. 
Annem de mutlaka sabahları radyoyu açar, bulaşık yıkarken, yemek yaparken müzik dinlerdi.
O zamanlardan kalma bir alışkanlık olsa gerek. Ben de yolda yürürken, iş yaparken, saçlarıma fön tutarken, bebeğimi uyuturken, keyifliyken şarkı söyler veya mırıldanırım.

Hayatımın her döneminde müzik oldu. Türk sanat müziği, halk müziği, pop, arabesk, protest, yabancı müzik hepsinden ayrı keyif alıyorum. 

Filmlerde, sahnenin gücünü arttırmak için kullanılan fon müziklerinden çok etkilenirdim küçükken. Öyle ki bir defasında başrolünü Ayşecik ve Cüneyt Arkın'ın oynadığı "Sevgili Babam" filminde kullanılan "Zalimin zulmü varsa, sevenin Allah'ı var" şarkısı bende apayarı bir yer etmişti. Hiç unutmam, Kamuran Akkor'un seslendirdiği bu şarkı çocuk benliğimde sanki cefa içinde bir çocukluk geçirmişim, dünyanın yükünü çekmişim, kahır mektubunun ucunuı yakmışım gibi bir etki bırakmıştı. Kendime şöyle bir söz vermiştim; hayatımın en dramatik anında bu şarkıyı hatırlayacak, onu o dramatik ana fon müziği olarak döşeyecektim. Yaşım henüz yediydi.

Yedi yaşında yaşadığım ilk dramatik an, matematik sınavından 1 almak oldu. Sıkıntıdan ve utançtan kızarmış şekilde, boğazımın düğümlendiğini hissediyordum. O anda nasılsa aklıma fon müziğim geldi. Tam da bu ana uygun gibi gelmişti. Zihnimden şarkıyı çalmaya başladım. Sonuç; defol git başımdan lanet şarkı hissiyatı.

Vazgeçmedim. Geçemedim. O şarkılar öyle bir yapıştı ki yakama, her duruma uygun şarkı türetmeye başladım. Yağmur mu yağıyor, içinde yağmur geçen bir şarkı, kahve mi yapacağım "sürüverin cezveler kaynasın", mutfakta lavabo mu ovuyorum "bin cefalar etsen almam üstüme"... hop bir bakıyorum şarkı söylemeye başlamışım.

Şimdilerde kimselerin duyup bilmediği mesela Deniz Arcak'ın "Seni gidi vurdumduymaz şam şeytanı, çıldırtırsın sen insanı" şarkısı

Sevda Karaca'nın "Tanımazsın beni, aradan çok yıllar geçti" şarkısı

Hakan Peker'in "Barda durur barmen mini, şişe elinde" gibi tuhaf şarkılarını halen anlamsız ve nedensiz bir biçimde seslendirdiğim de olur.

Ezcümle... Müzik hayattır bebeğim. Müziği seviyorum. Her türlü. 

Pazar, Ocak 08, 2017

İmrenmek vs Üşenmek

Türk Dil Kurumu sözlüğünde "imrenmek" kelimesinin karşılığında; beğenilen bir kişi veya şeye benzemek istemek, gıpta etmek yazıyor. İçinde kıskançlık gibi olumsuz bir duyguyu barındırmıyor.

Üşenmek ise şöyle tanımlanmış; kendinde bir gevşeklik duyarak bir işi yapmaya isteği olmamak, erinmek.

Benim bünyem, her ikisini de eşit dozda barındırıyor. Ne korkunç! Bu yazıyı kendime motivasyon olsun diye kaleme alıyorum aslında. Bu yazı; vah vah neleri kaçırdımdan ziyade aşırı istek barındırmakta.

Düşündüm de, hayatta imrendiğim çokça şey var ve imrenmeye başlama yaşım oldukça küçükmüş, şimdi fark ettim. İmrenilenler listem oldukça kabarık. Dileğim ve niyetim, kalan ömrümde hiç değilse bazısını yerine getirebilmek veya farklı bir formda bu isteklerimi karşılamak.

Daha çocukken ben Türkan Şoray'a benzemek isterdim. Simsiyah uzun saçlarım olsun, gözlerim onun ki kadar güzel olsun, anlamlı baksın. İlerleyen zamanda olan; bir türlü uzatamadığım gür saçlar. Sürekli farklı model denemeleri. Gözler? Onlar Allah vergisi gayet güzel bakıyorlar. Saçlarımı da uzatmaya başladım ve sanırım bu sefer şeytanın bacağını kıracağım.

Bir enstrümanı tam anlamı ile çalmak isterdim. Piyano hevesim, biraz annemin yanlış yönlendirmesi ve biraz da benim üşengeçliğimden çabuk söndü. Asıl hayalimde olan yan flüt çalmaktı, ikinci tercihim gitardı. Olmadı. Şimdi arzum, bir koroya katılmak. Sesimi çok beğeniyorum ve müzik kulağım hala iyi.

Tiyatro yapmak, halk oyunları oynamak isterdim. İyi bir tiyatro seyircisi olmak için geç değil lakin halk oyunları için artık hiç enerjim yok. Dizlerim müsaade etmez. Onların fikri önemli.

El sanatları ile uğraşmak isterdim. Bu konuda aslında oldukça becerikliyim, tığ işi, etamin işleme, keçe sanatı, biraz resim... işte herbirşeyden az az, tam değil! Ah Çilek ah... Neyse yapacaksın eminim. Hayalimde rölyef yapmak var.

Değişik yemek tariflerini, pasta, börek çeşitlerini yapmak. Bazı kadınların yemek tarifi defterleri oluyor, onlara gerçekten imreniyorum. Daha ümidimi kaybetmedim çünkü son bir kaç aydır hafta sonları değişik şeyleri yapmayı başladım. Bunun altında biraz da gelecekteki gelinlerimin varlığı yatıyor itiraf edeyim. Ayrıca turşular, reçeller, domates sosları da cabası. Kendimle bu konuda gurur duyuyorum. Aferin Çilek, bu makus kaderini değiştireceksin.

Daha çok kitap okumak. Kitaplar olmasa hayatım eksik olurdu gerçekten. Hiç kitap okumayan insanlara oranla ben gayet iyi bir okuyucuyum ama...Bu tabi biraz zamanı etkin kullanmakla da ilgili. Ben üç çocuklu bir çalışan anne olarak daha henüz o kıvama gelemedim. Ne diyordu şarkıda; bu iş zor Yonca! Olsun, olduğu kadar. Bu sene mesela, dünya klasikleri, edebiyat ödüllü eserlere ağırlık vermeyi düşünüyorum. Aynı şey filmler içinde geçerli. En son okuduğum iki kitabın sinemaya uyarlanmış halini de izledim, değişik bir deneyim oldu benim için. Böylece bu kitapları ve konularını unutmak daha zor olacak çünkü ben görsel hafızası kuvvetli bir insanım. Okuduğumu unuturum da, gördüğümü kolay kolay unutmam.

Seyahat etmek. Hayatta en çok, ama en çok imrendiğim insan çokça seyahat eden insan. İkinci sırada iyi bir uyku çeken insan geliyor. İki konuda da çok ümidim yok ne yazık ki. Biri maddiyata diğeri sağlığa dayanıyor.

Yazmak. Kitap yazmak. Bu bloğu açma sebeplerimden biri. İyi yazdığımı düşünüyorum ama üşeniyorum. Bu blog benim egzersiz yerim. Şu ana dek fena gitmiyor, hadi hayırlısı bakalım.

Kız çocuk mevzuu. Oğullarımı o kadar çok seviyorum ki. Allah'a sonsuz şükür. Ama bir kız çocuğum olsun, saçlarını öreyim, prenses kıyafetleri giydireyim, kırmızı papuçları olsun... büyüyünce bana arkadaş olsun. Kız çocuğu farklı ya. Bilmiyorum bu konuda duygularım karışık. İlerleyen zamanda bir kız çocuğu evlat edinmek gibi bir düşüncem var.

Aktivistlere fena imreniyorum mesela. Bana göre aktivistler, elini taşın altına koymaktan çekinmeyen cesur insanlar. Konu ne olursa olsun ben aktivistlere saygı duyuyorum. Taraftarı olduğum, benimsediğim bir düşüncenin aktivisti olmak fikri... Bak hala cesaret edemiyorum. Ne olacak benim bu halim.

An'ı yaşayan olmak isterdim. Yaş kemale ermeye yakın ya, bunu da yavaş yavaş başarıyorum galiba.

Kimsenin parasına, malına mülküne, gardırobuna, muhteşem hayatına imrenmiyorum. Benim imrendiklerim ufacık şeyler. Ufacık ama dolu dolu şeyler.

Olacak inşallah olacak, inanıyorum.













Cumartesi, Ocak 07, 2017

Kar... Ah Kar Seviyorum Seni

Bugün İstanbul bembeyaz kar örtüsüyle kaplı... Kar taneleri birbirlerine değmeden savruluyor, savruluyor... Gözlerimi kısarak, karlara kütür kütür basarak, rüzgara karşı yürüyerek işe geldim. Hayatımın hep bir fon müziği olmuştur... Her anıma uyan bir şarkı, bir melodi... Ve bu sabahın şarkısı kendiliğinden belirdi camdan bakarken;

Rüzgar söylüyor şimdi o yerlerde bizim eski şarkımızı
Vazgeç söyleme artık hatırlatma mazideki aşkımızı
Bir kış günüydü başladı bu hazin macerası ömrümüzün
Vazgeç söyleme artık hatırlatma mazideki aşkımızı *

Şükrediyorum gözlerim gördüğü için. Şükrediyorum hissedebildiğim için. Şükrediyorum nefes alabildiğim için ve hala kalbim taşlaşmadığı için. Yağmur gibi kar da nimettir. Yeryüzünün susuzluğu gidecek... Beyazlık içimize huzur, iyilik, iyimser duygular, halimize şükür, yardımseverlik, empati dolduracak, inancım ve dileğim bu.

Karanlık günlerimizin aydınlık sabahları ve yarınları olsun inşallah.

Her zorluktan sonra bir kolaylık vardır, unutmayalım.

Sevgiyle.



*Beste- Güfte: Şekip Ayhan Özışık

Cuma, Ocak 06, 2017

Babam evde yok, kapıyı açamayız...



- Evde bir yetişkin yoksa, yabancılara kapıyı açmayacaksınız çocuklar.

Böyle mi demişti Fethi Sekin çocuklarına? Böyle mi tembihlemişti Tolunay'a, Nisa'ya ve Dila'ya. Sair zamanlarda yavrularına sarılırken, severken, yanağını okşayıp söz istemişti belki de. Öyle ya, zor zamanlardan geçiyordu memleket ve eskisi gibi değildi dünya. Hep tetikte olmalı. Ne olur ne olmaz... Ne olaylara şahit olmuştu.

Dün kapı çaldı. Babaları evde yoktu, anneleri de öyle.

Televizyon açıktı belki. İzmir'de olağandışı birşeyler olmuştu. Duymuşlar mıydı? Sezmişler miydi? Tolunay ve Nisa lise öğrencisiydi, akılları keserdi... Birşeyler anlamışlar mıydı?

Kapı çalmaya devam etti... 

Dediler ki; babam evde yok, kapıyı açamayız.

Gelenleri aslında tanıyorlardı; babaları gibi polis teşkilatından büyükler gelmişti.

Açmıyorlardı... Açmayınca birşeyleri duymak gecikecekti, belki ondan kimbilir.

İkna oldular, amcalar içeri girdi. Biraz zaman geçti. Nasıl geçti o zaman? Uzun bir sessizlik şeklinde mi? Sorgu sual dolu mu? Nasıl geçti?

Sonra anneleri geldi.

İşte o zaman eve ateş düştü.  Anne, gezindikleri  bağ, baba yaslandıkları dağdı. Dağ yıkılmıştı. Önce bir feryat kopmuştu. Sonra  zaman durmuştu. Anneleri sıkı sıkı sarıldı hepsine. Kenetlendiler acı içinde.

.
.
.

Şehit Fethi Sekin... Baba, eş, evlat, mert mesai arkadaşı, güzel ağabey Fethi Sekin. Makamın cennet olsun. Hakkımız helal olsun. Ötelerden sen de helal eyle hakkını.


Perşembe, Ocak 05, 2017

Yağmur ve düşündürdükleri

Yağmur üstüme üstüme
Varsın yağsın küçük hanım
Ben yağmurdan yaştan değil
Aşkından sırılsıklamım *

Çocukken, yağmur yağmaya başladığında, yağmurla ilgili bir şarkı söylemeye başlar ve böylece yağmurun şiddetini artırmaya çalışırdım. Çocuk halimle inanılmaz gelen, şarkımla beraber yağmurun hızlanması olurdu.

5 Yıl Önce 10 yıl Sonra grubunun "bak ne diyor yağmur, bak ne diyor dinle" şarkısını söylerdim çoğunlukla. Zaman içinde Terence Trent D'arby'nin "Rain" şarkısını, Sezen Aksu'nun "Ünzile"sini... Burhan Çaçan'ın "Yağ Yağmur"unu da söylemeye başladım. Aslında, yaşadığım her duruma uyduracak bir şarkı sözü bulmak gibi bir meziyetim vardı. söylerdim, söylerdim...

Berlin'de geçirdiğim çocukluğum boyunca hafızama kazınan yağmur manzarası, ıslak rengarenk kurumuş yaprakların sokakları doldurmasından ibaret. Ve tabi ki rengarenk yağmur botları. Rengarenk yağmurluklar. Çocuk boy bir şemsiyem vardı ucu top gibiydi, şekerli top sakızları andırırdı.

Sonra, sonra babacığımla arabada seyahat ederken, sileceklerin yağmur damlaları ile yaptığı savaş gözümün önüne geliyor. Kazanan hep yağmur olurdu. Arabanın camları buğulanır, ben içeriden buğuları silerken, kendime bir yağmur damlası seçer, gözlerim ve parmağımla onu takip ederdim. Bana göre her yağmur damlasının bir hikayesi vardı ve araba camının sonuna geldiğinde, damlanın da hikayesi sona ererdi. Bazen damlaların cama yapışır yapışmaz izledikleri yol, bir başka damlanın yolu ile kesişir, ikisinin arkadaş olduğunu düşünürdüm.Yeni Türkü'nün "Yağmur'un Elleri" şarkısını belki bu yüzden bir ayrı severim.  O şarkıdaki yağmurun bir şahsiyeti vardır çünkü. Tıpkı benim hayalimdeki gibi.

Yağmurda rahmet kapıları açılır, Allah'tan istenir de istenir. Dua vaktidir.

Yağmurun melodisi, cama vuran tıkırtıları... toprağa düştüğündeki ses ile asfalta düştüğündeki sesin nağmesi. Tenekeye değen yağmurun solosu. 

Yağmur sonrası toprak kokusu bir de. En sevdiğim, en sevdiğimiz. İçine çektikçe insana huzur, ferahlık, sekine dolduran o güzelim koku.

Camdan bakarken, evlerin damlarının yıkanmasını izlemek, saçak altlarından yürümeye çalışan veya koşan insanlar. Yağmurda yürüyen mi daha çok ıslanır, koşan mı sorusu.

Kayıplarım sonrası yağmur altında yaptığım uzun uzun yürüyüşler. Islandığını umursamamak.

Yağmurda yüzünü göğe dönmek, şarkı söylemek.

Tevfik Fikret'in Yağmur şiiri elbet. Katre nedir öğrenmek, katre damla demek. Bir şiirin kulağına nağme gibi gelmesi ve şiiri çok sevmek. 

Küçük, pür heves, gevherin katreler
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Olur muttasıl nevha-ger, nağme-saz
Sokaklarda, damlarda pür ihtizaz
Küçük, pür heves, gevherin katreler...

*Zeki Müren - Fakir Bir Şairim


Salı, Ocak 03, 2017

Yapacak İşi Kalmayınca Satranca Takmak

Aslında gülünecek bir şey yok. Gazeteci Fatih Altaylı'nın parlattığı, hoca nam zat yine buyurmuş; Satranç oynayan kişi, insanların en yalancısıdır. Satranç oynayan lanetlenmiştir. Satrancı izleyen kişi de, domuz eti yemiş gibidir". "Ben demiyorum, alimler diyor, hadislerde yazıyor, al işte kaynak gösteriyorum" diyor bir de. Ben adını anarak veya link vererek onun reytingini artırmayacağım, bu zehirli düşüncelerini es kaza başkaları da duymamalı. 

Bu Hoca(!) , Altaylı'nın Teke Tek programına çok kereler çıktı; konuşması oldukça akıcı, nükteli ve espirili. Ekran başında gülüyorduk, sempatik geliyordu. Böyle böyle tanınırlığı arttı, sosyal medyada bu hocanın incilerinden capsler yapıldı, gençlerin diline dolandı. 

Çoğunluk olarak düşünen ve akıl eden bir toplum olmadığımız, araştırmadığımız, önümüze konan bilgiyi hazır lop kabul ettiğimiz için... beynimize bu zatın "hoca" olduğu kodlandı. Bu adam bir hocaydı, okumuştu, etmişti, dini ilimlerde ihtisası vardı. Senin benim bilmediğim kadar dinimiz hakkında bilgi sahibiydi.

İtiraf ediyorum; konuştuklarını takip ediyordum, ben de gülüyordum lafı gediğine koymalarına. Dediklerini doğru addediyordum, hoca ya. 

Sonra, bir baktım tuhaf tuhaf beyanlarda bulunmaya başladı. Kadınlar çalışamaz, kadınlar okuyamaz... olmaaaaz, yasak, zinhar yasak. Yok peygamberin sümük-ü şerifi, yok ateşe dayanıklı kefen, yok bilmem hangi hastalığa şifa falanca dua... 

Şunu es geçmiştim, bu benim ayıbım ve kayıbımdı; sorgulamadım, düşünmedim!

Allah, "oku" diyordu, "hiç düşünmez misiniz" diyordu... "Allah'a karşı iftira edenden daha zalim kim olabilir?" diyordu. Okudum, okuyorum ve düşünüyorum.

Satranç veya tavla... ikisi de strateji geliştirmek zorunda olunan, düşünerek oynanan oyunlardır. Satranç zevk verir, tavla hem zevk verir hem de eğlendirir. Diyor ki; oyun istiyorsan al eline tesbihmatiği, tık tık sübhanallah çek... al işte oyun! 

Sübhanallah demek "Allah noksan sıfatlardan uzaktır" demek. Yani, Allah yaratılan hiçbir varlığa , hiçbir şekilde benzemez, ne zatıyla, ne sıfatıyla, ne esmasıyla benzemez demektir. Bunun anlamını benimsemeden, yutmadan, şuursuzca yüz defa bin defa aynı kelimeyi tekrarlamak... bence sadece tekerleme söylemektir. Bir tarafta aklını, zihnini yorarak, strateji geliştirerek oyun oynayan bir kimse, ha bir de unutmayalım bu oyunu izleyenler (domuz eti yemiş gibi olanlar)... bir tarafta da ne dediğini anlamadan kelime tekrarlayanlar. 

Ben burada, Allah'ı tesbih etmek ile satranç oynayan bir kimseyi karşılaştırmıyorum. Allah'ı sadece söz ile değil, davranışımız, eylemlerimiz ile de tesbih ederiz. Kaldı ki yedi gök, arz ve bunların arasında bulunanlar da Allah'ı tesbit eder. Kuran böyle diyor. Canlı ve cansız varlıklar O'nu tesbih eder, diyor. 

Aklımı, beynimi kullandıkça ben Rabbimi tesbih ediyorum. Ben sorguladıkça, düşündükçe O'nu tesbih ediyorum. Bir kelimeyi sürekli tekrarlayarak söylemek, başka dinlerde, inanç sistemlerinde de var. Bu da bir terbiye ve yöntemdir. İbadetini ifade etme şeklidir. Hocanın dediği gibi bir oyun değildir. 

Ayrıca, satranç konusunda kaynak gösterdiği hadislerin de... peygamberin ölümünden 200-300 yıl sonra yaşamış insanlar tarafından yazıldığını... günümüzde uydurma hadislerin sayısısz olduğunu söylemeye gerek var mı? Kaynak Kuran olmalıdır. Bu böyle biline. 

Bu satranç mevzuu, tam da Stefan Zweig'in Satranç kitabını yeni bitirmem üzerine denk geldi. Nazi zulmünden, satranca tutku ile bağlı kalarak hayata tutunan bir adamın hikayesini anlatıyor. Bence bu ortamda, şuurumuzun açılması için Kuran daha çok okunmalı... Bu bahsettiğim kitap da okunmalı. Kitap okunmalı arkadaşlar, zihnimiz açılmalı. Düşünmeliyiz, sormalıyız, sorgulamalıyız.  "Kuranı herkes anlayamaz" diye savunur bu zihniyet. Neden? Anlarsak, iplikleri pazara çıkar da ondan.

Bugün gülüp geçmeye, ciddiye almamaya devam edersek kısa vadede değil ama uzun vadede bu işin ucu çocuklarımıza, torunlarımıza, yarınlarımıza dokunacak. Yılbaşı arefesi de yaptığı açıklamalarla resmen hedef gösterdiğini düşünüyorum. Bu son saçmalığı ile de aynısını yapıyor, toplumu kamplaştırıyor. İşin kötüsü, insanı dinden soğutuyor. 

Hasılı... Bol okumalı, bol düşünmeli, bol sorgulamalı günler diliyorum size. Allah hakkımızda hayırlı olanı nasip etsin. 







Pazartesi, Ocak 02, 2017

İlk Görüşte Aşk

Görünce aşık oldum, o güzel gözlerine
Başkasını istemem, benim gönlüm sende! 

Hayatında hiç unutamadığın anlar neler diye sorsalar, bu anların içine "ilk görüşte aşk anı"nı kesinlikle koyabilirim, hem de ilk sıralara.

Dokunamıyorsun, göremiyorsun, yiyip içemiyorsun, koklayamıyorsun ama var. İlk görüşte aşk, hayatın içinde var. Ben yaşadım.

Birçok kere aşık oldum. İlk aşık olduğumda ilkokul birinci sınıf öğrencisiydim. Birçok kere dedim ama belki bazısı sadece aşırı hoşlanma haliydi. İlk gençlik heyecanı ile ben onu "aşk" diye adlandırmış olabilirim. Geriye dönüp baktığımda bu aşık olma, aşırı hoşlanma hissini tatlı, iç gıcıklayıcı heyecanlar olarak anıyorum.

Gelelim hikayeye; yalnız emin olun, şu satırdan itibaren yazdığım her bir kelimeyi mütebessim bir ifade ile yazıyorum. Her hatırladığımda o hissi tekrardan yaşadığımı itiraf etmeliyim.

Lise birinci sınıf öğrencisiydim. Okulumuzun klüp seçmeleri yapılıyordu. Ben "Müsamere ve Temsil Klübü"ne yazılmıştım. Bu klubün isteklisi pek bolmuş ki, ilk toplantıda bir sınıfı hınca hınç doldurmuştuk. Dediler ki "biz şimdi seçim yapacağız, bu klübün başkanı, başkan yardımcısı, yazmanı kim olacak, onu seçeceğiz çocuklar"... Çok isteyerek yazılmıştım, birşeyde görev alırım diye düşünüyordum. Derken başkan seçildi, yardımcısı seçildi, sıra geldi yazmana. Üst sınıflardan olduğunu düşündüğüm bir çocuk tahtaya geçti. Fiziksel olarak göze hitap eden ayırdedici hiçbir özelliği olmayan bir çocuk. Kara kuru. Zayıf. Arka sıralarda oturuyordum, çok iyi hatırlıyorum. Normalde gri kumaş pantolon, lacivert ceket giyen erkek öğrencilerin aksine, bu çocuğun ceketi de gri idi. Tahtaya adını yazdı. Hayatımda gördüğüm en güzel yazıydı. Mükemmeldi diyebilirim. İsmi de güzeldi, bir erkekte ilk defa duyduğum bir isimdi. Ne olduysa o anda oldu. Kitlenip kaldım. Gözlerimi, bu hayatımda ilk defa gördüğüm çocuktan ayıramıyordum. Boğazımın şiştiğini, yutkunamadığımı, yanaklarımın kızardığını anlıyordum. Kalbim! Ah onu hiç sormayın. Öyle hızlı atıyordu ki, kalbimin atışını sınıftakiler duyacak diye ödüm kopmaya başlamıştı. Ya duyarlarsa, ya herkesin bakışları bana dönerse. Zaten kıpkırmızı olmuştum. Yerimden kalkmama imkan yoktu. Karnımda milyarlarca kelebek uçuşuyor, kulaklarım uğulduyor, ağırlığımı hissetmiyordum. "Yazman olarak bu arkadaşınızı seçmek isteyenler kimler?" diye sordu öğretmen. İlk benim elim kalktı. Nasıl kalktı, anlayamıyordum. Çünkü kaslarıma bile söz geçirecek durumda değildim. Hasılı, bu kara kuru, zayıf, gri takım elbiseli çocuk yazman seçildi. Adını o an mıh gibi beynime kazımıştım.

Sınıf dağıldı, lakin ben de dağılmıştım. İlk işim hemen bu çocuğun hangi sınıfta okuduğunu öğrenmek oldu. Son sınıf öğrencisiydi. Okulumuzun öğretmenlerinden birinin de oğluydu hatta ve hatta onur ödülü alan çalışkan öğrencilerdendi.

Ben her zaman, aşkın sürecini seven biri oldum. Aşkın kendisini seviyordum, aşık olunanı değil. Bunu ileriki yaşlarımda anladım.

Bir yıl boyunca ben, bu çocuğa aşık olarak geçirdim günlerimi. Bir yol boyunca, aşık ve mutlu olarak yaşadım. Kendisi ile hiç bir zaman tanışamadım çünkü çok utanıyordum ve cesaretim de yoktu. Beni cesaretlendirmeye çalışan, aracı olmaya çalışan tatlı arkadaşlarım da vardı. Bir keresinde arkadaşım, ona "Senden hoşlanan çok cana yakın bir arkadaşım var" deyince o "Cana yakın değil, bana yakın olsun yeter" demiş. Anladığım kadarıyla benim aşk hormonlarımla onun hormonları farklı çalışıyordu.

Bunu duymak beni aşkımdan yıldırdı mı? Hayır. İsmi de o kadar güzeldi ki, tarih kitabında zırt pırt karşıma çıkardı ve ben yazılıya çalışmak yerine, tatlı hülyalara dalardım çoğu zaman. Bu aşk bana başka neler yaptırdı? Nöbetçi kulübesinin duvarına  şiir yazdırdı, okul sırama ismini kazıttı. Bir keresinde müdüriyet katındaki onur öğrencileri panosundaki fotoğrafını bir arkadaşım benim için aşırmıştı. Hala bir yerlerde durur o siyah beyaz fotoğraf.

Bir kere, tanışacak gibi olduk. Öğretmenler günüydü ve müsamere yapılacaktı. İzleyici sıralarındaydık ve yanıma geldi oturdu. Bacak bacak üstüne attı. Bir de tiki vardı, sürekli dudağının bir kenarını ısırırdı. Başladı dudağını ısırmaya. Ben yine bir put olmuştum. Yanımdaki arkadaşlarım gülmeye, tabiri yerindeyse kişnemeye başladılar. Ve o... kalkıp gitti. Gitti kuşum... Öyle bakakaldım.

Hikayenin gerisi... O mezun oldu gitti. Çalışkan bir öğrenci olarak çok güzel bir bölüm kazandı. Bir yıl sonra, tesadüfen tren istasyonunda gördüm kendisini. Benim üzerimde forma değil, çok hoş bir elbise vardı... Makyajlıydım, saçlarım da upuzundu. Aynı vagona bindik. ayakta, yan yana seyahat ettik. Beni süzdüğünü anlıyordum ama çıkarabildiğini düşünmüyorum.

Bu, onu son görüşüm oldu.

Yazımı bitirdim. Şu an yanaklarım alev alev...